Tam 50 yıl önce. Benim ve benim gibi birçoklarının doğumundan bile önce. Öyle ki bugün hayatının baharında olan birçoklarının belki de neler olup bittiğini hiç bilmedikleri, bilemedikleri, birileri çıkıp anlatmadıkça asla da öğrenemeyecekleri bir utancın, bir ayıbın, bir katliamın yaşandığı Türkiye…
Ülkeyi düşman işgaline karşı korumakla, halkın ve seçtiklerinin memuru olması gereken şanlı Türk Ordusu’nun durumdan vazife çıkaran işgüzar subaylarının yeniçerileri aratmayan ayaklanmasının, isyanının, millete karşı, milletin seçtiklerine karşı işledikleri ayıbın tarihi…
Tek kusurları ileri görüşlü, demokrat, milletinden yana olmak olan Rahmetli Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun idam edilerek şehit edilişlerinin üzerinden tam elli yıl geçti. Biz asla unutmadık ve unutturmayacağız. Çünkü idam edilen sadece bu üç kişi değildir. Burada idam edilen, milletiyle birlikte geleceğe yürürken liderlerle birlikte onlara inanan, güvenen, oy veren Türk halkıdır. Demokratlardır. Aynı şey bu ülkenin gencecik başkaca evlatlarına da yapılmadı mı? Üstelik Menderes ve arkadaşları bırakın devlete kurşun sıkmayı, devletini ve milletini baş tacı eden insanlar değil miydi?
Üstelik demokrasinin idamı bu adımla da kalmıyor, darbeci subaylar tarafından yapılan bir anayasa ve bu anayasanın bekasını devam ettirmek için kurulan Anayasa Mahkemesi, yapısı ve icraatlarıyla, demokrasiyi idam etmeye devam ediyordu. Millet lehine ve milletin iradesi ile yapılma gayretine girilen her türlü yasal düzenleme, darbeci anayasanın bekçisi mahkeme tarafından iptal ediliyordu.
Geçen zaman belki acıları hafifletti hafifletmesine de, milletin bu darbeci subaylara bakışını asla değiştirmedi. Gerçi milletin bu bakış açısının değişmemesine, 70 ve 80’li yıllarda yapılanların, 28 Şubat’ta halk iradesinin yok sayılmamasının, başka bir deyişle birilerinin kendini halkın üzerinde görmesinin katkıları da büyük oldu.
Ve Türkiye, uzun ve sancılı bir sürecin ardından ikinci kez ve kararlı olarak kendisine bunları yaşatanlarla yol ayrımına geliyordu. Daha önce Tansu Çiller döneminde hazırlanan ve mecliste onaylandıktan sonra yine darbe bekçileri tarafından; Anayasa Mahkemesi’nce iptal ediliyordu. İkinci kez atılan adımda ise, Anayasa’nın değişmeye ihtiyaç duyulan birçok önemli maddesi sonraki aşamaya bırakılarak, öncelikle yeni Anayasa yapılmasının önündeki engellerin kaldırılması ve darbenin bekçiliğini yapan kurumların yapısının değiştirilmesi halkın oyuna sunuluyordu.
Bu noktada, 12 Eylül referandumunda, Türkiye gerçekten bir yol ayrımına gelmekle kalmıyor, turnusol kağıdı ile tahlil edilmişçesine bir çok siyasi aktör ve demokrat geçinen insanların, bu büyük demokrasi sınavında renkleri, gerçek yüzleri ortaya çıkıyordu.
İlk olarak ve aslında çok da şaşırmadığımız bir şekilde Demirel, Cindoruk ve halefleri Namık Kemal Zeybek ve havarileri, 12 Eylül referandumundaki bu hayati demokrasi adımlarının icra edilmesine karşı çıktılar. Bu karşı çıkış ne anlama geliyordu peki? Menderes ve arkadaşları iyi ki asıldılar, onları asanlara da dokunmayalım. Yani yaşasın darbeciler anlamına gelmiyor mu?
Tüm bu düşüncelerimin beynimde dolandığı bir anda, rahmetli Menderes’in kabri başında yapılan anma töreninde, darbecilerle bir hareket eden, 12 Eylül’de avazları çıktığı kadar ‘Haaaayıııırrr’ diye bağıran, ‘Darbecilerden hesap sorulsun, yetmez ama evet’ diyen, bununla kalmayıp Soylu insanları partiden ihraç eden, hatta ihraç edildikten sonra onur mücadelesi için dava açanların duruşmasına bu edepsizliklerini savunmak için avukat gönderen Namık Kemal Zeybek de yerini almıştı.
Ne diyeyim ki?
Onlara göre siyaset, bana göre yüzsüzlüğün daniskası…