Dün, Türk ve dünya tarihine kazınmış, şuurları zorlayan, idrakleri alt üst eden, aslında milletler arasında olduğu düşünülüp de gerçekte imanlı ve imansızlar arasında geçen bir harbin yıldönümünde, hayatlarını gözlerini bile kırpmadan vatanımız için feda eden ecdadımızı yad etmeye çalıştık. Çalıştık diyorum, zira Çanakkale’de yapılan savaşın şartlarını bilmeden, bilsek bile yüreğimizin derinlerinde hissetmeden o savaşta şehit olanları bir güne sığıştırarak süslenmiş birkaç çelek eşliğinde belki de yine manasını bilemediğimiz İstiklal Marşımızı okumak, Çanakkale şehitlerini anmak ise, evet andık. Devlet ricali ve beraberinde rutin kadro ve ritüellerle anma işlemini gerçekleştirdik. Tıpkı diğer birçok yıldönümünde yaptığımız gibi.
Sen, ben, o ya da bir başkası. Hiç kimseye değil sözüm. Ben kendi nefsime diyorum ki, ben ecdadımı anmaktan uzağım. Misalen, tepesinden vızır vızır mermilerin geçtiği anda hem de cemaatle namazını kılmaktan geri kalmayarak kılan bir ecdat… Allah’ın emrini, kulu üzerindeki zimmetli olan namazını kılarken düşmanı bile insafa getiren bir ecdat… Yine bunu yaparken samimi inancından zerre taviz vermeyen bir ecdat… Ben de böyle bir ecdadın torunu olarak, ezan okunduğunda topu sürekli taca atıyorsam, birazdan kılarım diye sallayıp, çoğu zaman da gaflette boğuluyorsam, ecdadımızın ‘Kanlarıyla Yazdılar’ dedikleri şanlı tarihin acaba neresindeyim?
Elbette ki bu anma etkinlikleri sadece çelenk sunma töreni ile sınırlı değil. Kimi dernek ya da çeşitli oluşumlar işin bir ucundan tutup, bir yerlerde ecdadımızın bu zaferini kendince anma ve kutlama gayretine giriyorlar. Halkımız da bu tür organizasyonlara sahip çıkma gayretinde. Derdim bu da değil…
Anlatmak istediğim aslında basit de itiraf etmesi kolay değil…
Bir ecdat düşünün. Varlıkları, fıtratları İslamiyet’le imtizaç etmiş ve ardından İslamiyet’e yıllarca hizmet etmiş bir ecdadın torunları Çanakkale’de eşi benzeri dünya üzerinde görülmemiş bir destan yazıyor. Biliyor ki o ecdat, şehit olmak ölüm değil; zira Hz. Allah ve elçisi Muhammed S.A.V. müjdeliyor; ‘Şehitler Ölmez’, biz de ekliyoruz sonuna, ‘Vatan bölünmez’…
Başlarında sarıkları, ellerinde Kur’an-ı Kerim, her fırsatta açıp okuyan bir ecdat. Zira savaşta dur durak yok, yemek molası var. Tıpkı bugünkü gibi 5 yıldızlı mükellef sofralar. Hani sofraya konduğunda beğenmediğimiz kereviz veya pırasa veya ne bileyim tarhana çorbası var ya. Hah, işte ecdadımız da o savaşta, %99’u su, kalanı bir parça un olan çorbadan oluşan muhteşem yemeğini payına düştüğü birkaç kaşık sallama payı ile hemen tükettiğinden, yemek molalarında sadece Kur’an okuyan bir ecdat.
Peki ya sonrası? Ya da biz? Ya da bugüne kadar geçen süreç?
Bir sorgulayalım başımızı yastığa koyunca; ecdadımız ne için savaştı, ne için şehit ya da gazi oldu? Bizlerden ne istiyorlardı? Sonra o savaşta savaşan sarıklı insanlara ne oldu?
Kolay mı tarih yazmak?
Kolay mı Çanakkale’yi Çanakkale yapan ecdadın torunu olmak?
Yarın mahşerde o ecdatla yüzleşmeye, helalleşmeye yüzü olan varsa benim için de şefaat istesin; zira benim o ecdadımızın yüzüne bakacak cesaretim yok…