İnsan yaşadıkça bir şeyler öğreniyor, öğrendiği kadar değişiyor, değişirken yol ayrımına geliyor. Eğer ilerlerse gelişiyor, geliştikçe yaşam kalitesi artıyor. İlerlemek yerine gerilerse de başka bir sıkıntı başlıyor. Bu noktadaki insanlar için belki de en dramatik olanı, değiştikleri için kendilerini ilerlemiş saymaları. Yani gerilediklerinin farkına varmıyorlar.
1923’lü yılların Türkiye’si ile 1950’li, 1980’li, 2000’li ve nihayetinde 2010’lu yılların Türkiye’si arasındaki farklılıkları göremeyen, gerek yaşam gereklilikleri, yaşam standartları açısından gelinen durumu tahlil edemeyen ve yaşam biçimi ile düşünce yapısını bu açıdan revizyona tabi tutamayan insanların ilerlemekten bahsedebilmelerine ne yazık ki imkan yok.
Yıl 1946. Açık oy, gizli tasnif neticesinde halk iradesi sandığa bir türlü yansımıyor. Bu irade daha da net bir tavırla 1950 seçimlerini bekliyor. Ve tıpkı 2011 seçimlerine gönderme yaparcasına %53 oranında bir irade sandıktan demokratlar lehine Ankara’ya kilometre taşı döşüyor.
Söylemleri büyüklerimizden dinlediğimiz, eski gazete kupürlerinden edinebildiğimiz bilgiler ışığında somut fikirler oluşturabiliyoruz. Görünen o ki 1950’lerde köyüne hizmet bekleyen, tarlasına su bekleyen insanlara siyasal ve demokratik tercihleri nedeniyle, ‘Cahil, aptal, ebleh’ sıfatlarını yansıtıyor, devletçi ve statükocu siyasal erk.
Aradan uzun yıllar geçiyor, 2010, 2011 yıllarına tam altmış yıl sonrasına, bugüne geliyoruz.
Bir yanda halk, diğer yanda devlet. Bir yanda halkın yanında olanlar, diğer yanda illa ki devlet diyenler.
Çok merak ediyorum, halk olmasa devlet neye yarar? İnsan olmasa bayrak neye yarar?
Hayal bile edemedikleri hizmetleri köyüne getiren, çamurda yürüyemezken evinin önüne taş döşeyen, hastanelere gitmeyi cehennem azabı ile bir tutarken şimdi otele tatile gider gibi hastaneye giden, hatta acil ise, filmlerde bile göremeyeceği muameleyi gören insanların yaptığı tercihe, ‘Stockholm Sendromu’ ismini takan zihniyet için değişen bir şey yok.
60 yılda değişen tek şey, partilerinin başının adına üstelik sadece söylemlerinde , ‘Yeni’ kelimesini kullanmaları. Hani dedim ya en başta, değiştin diye, yeni olursun olmasına da, bulunduğun noktadan fikren, zikren daha da geri gidiyorsan sen ilerlediğini sanabilirsin, demokratik hakkın… Ama işte o göbek kaşıyanlar dediğiniz, cahil dediğiniz, ebleh dediğiniz insanların ancak ahını alırsınız, oyunu değil.
Merak edilen bir konuya daha açıklık getirmek isterim.
Demokrat Parti ile başlayan, Adalet Partisi ile devam eden demokratikleşme ve gelişme sürecine ihtilal ve statükodan yana tavır koyanlarla, bugünün Demokrat Partisi aynı safta yer almaktadır. Referandumda halkın yanında duramayan parti, saf değişikliğinin ilk sinyallerini aslında Cumhurbaşkanı seçimlerinde vermiştir. O gün kaza olarak algılatılmak istenilen, Meclis’in meşrutiyetine gölge düşüren uygulama, referandumda kemikleşmiştir. Bunun da ötesinde 2009 yerel seçimlerinde Demirel, Cindoruk, Bayar, Çıray taifesi, yerelde CHP ile olmadı MHP önde ise MHP ile işbirliği yapılması yönünde İzmir’deki tüm teşkilatlara görüş bildirmişlerdir.
Görüldüğü gibi, 1996’lı yıllarda Çiller yönetiminde ileri demokrasi paketini uygulamaya koyma gayretindeki Demokrat Parti, bugün o paketin aynısının ilk adımlarını içeren değişikliğe hayır demekle, Menderes’in ve Demokrat Parti’nin devamı olmadığını, halka bir şey vermekten uzak statükocu partilerden herhangi biri olduğunu açık ve net ortaya koymuştur.
Şimdi bu durumun Stockholm Sendromu ile ne ilgisi var?

Kemal Kılıçdaroğlu haklı. Bu durum bir işkencedir. Ama onun dediği gibi iktidarın halka yaptığı işkence ve sonucunda halkın iktidara tabi olması, minnet duyması gibi bir durum değil. Bu daha başka…
Halkın ne yapıp ne edip her dönemde, adında halk olanı değil, icraatında halkın yanında duranı, okunda milliyetçi olanı değil, özünde milliyetçi olanı, adında demokrat olanı değil, uygulamalarında demokrat olanı seçmiştir.
E yani, bu durum da Kemal Bey gibiler için dayanılmaz bir sendromdur.
Ama ne sendrom…