Nerden yazsam, ne yazsam, nasıl yazsam diyerek saatlerce düşündüm. Gazete manşetlerine baktım, internet haber sitelerinde gezdim, biraz sokakta dolaştım, köşe yazarlarını okudum ve nihayetinde bir yargıya ulaştım. Bari onu paylaşayım.
3. Dünya Ülkeleri der dururuz. Psikologlar, sosyologlar, kimi aydınlar, bazen de siyasetçilerin sıkça kullandığı bir tanımlama bu. İlk olarak 1952 yılında Fransız bilim adamı Alfred Sauvy tarafından ortaya atılmış bir tanım. Gerçekten ‘ortaya atılmış’, zira üstüne alınan alınsın hesabı. Alfred bu tanımlamayı, devrim öncesi Fransa’sında ruhban sınıfı, asiler ve köylüler ile günümüzün sanayileşmemiş ülkeleri arasında bir analoji kurmak için kullanmış. Bu kavra daha sonra da gelişmiş ülkeler, komünist ülkeler ve diğerleri olarak adlandırılabilecek bir sacayağının üçüncü kısmı yani diğer az gelişmiş, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkeler için kullanılmaya başlanmış.
Darbeler, insan hakları ihlalleri, toplumun bırakın azınlığının haklarını, çoğunluğunun bile haklarının gasp edildiği, bir zümre (genellikle ordu veya destekledikleri) tarafından yönetilen, insanlarının sürekli festival ve tören tarzı sosyal etkinliklerle ‘Fiesta’ anlayışı ile yaşatıldığı, futbol karşılaşmalarının hayatların birinci sırasına oturduğu, ekonomilerinin sürekli değişkenlik gösterdiği, krizlerin patladığı, öyle ki insanların artık ekonomik krizleri kriz olarak görmediği, faili meçhullerin doludizgin gittiği, adaletin tesis edilemediği, geç işlediği vs. vs. vs. ülkeler…
Türkiye Cumhuriyeti, darbeler açısından oldukça şanslı. Yıllarca fiili ve e-darbelerle 3. Dünya ülkesi listelerinde 1. Sıradaki yerini kimseye kaptırmadı. İhtilallerle birlikte gelen antidemokratik yönetimler ve baskıcı, zulümcü askeri idareler, yılının yarısını zaten tatillerle geçiren başta öğretmen ve öğrencilerin darmadağın sistemler ve alt yapısı Tire’den beter öğretmenlerle yetişen bir veya birkaç nesil bizi ülke olarak her daim bu listenin başında tuttu. Öğretmenlerimiz bize, ‘Çalışacak, dinlenecek ve eğleneceksiniz’ derdi. Dinlenmenin ve eğlenmenin ayrı şeyler olduğundan dem vururlardı. Biz ise dinlenme kısmında eğlenceyi (parkta gezmek, kahvede oyun oynamak) yaşadığımız için de verimli bir çalışma yapamadığımızı söyler dururlardı. Diğer boş vakitlerde dükkanda babalarımıza yardım etmek de bu listede yok bile.
Şimdi basit bir hesap yapalım eğitim sistemimiz için. Yıl 365 gün. 52 Hafta sonundan 104 gün tatil. 15 gün ara tatil, 60 gün yaz tatili. 20 gün devamsızlık hakkı, ortalama 10’ar gün rapor. Topladığımızda 209 gün ediyor. Geriye kalıyor 156 ders günü. Bunun da 19 Mayıs başta olmak üzere yaklaşık 30 günü çeşitli kutlama hazırlıklarıyla ve törenlerle geçiyor. Geriye kalıyor 126 ders günü. Yani 12 ayda 2 ay. Ama uzun bir süreye yayılmış sadece. Havzamızda yok ama kar tatili, yağmur tatili, aşı tatili, öğretmenlerin çeşitli rahatsızlıklarından kaynaklanan boş dersler gibi mücbir sebepleri de eklersek o 6 gün de gidiyor geriye gerçekten iki ay kalıyor. Günde 8 saatten 480 saat eğitim ve öğretim. 8760 saatlik bir yılda 480 saat eğitim ve öğretim. Yüzde 5 seviyelerinde…
Çeşitli sosyal aktiviteler, etütler, ekstra dersler, ders saatleri dışındaki ödev takipleri, evlere verilen dersler ve hafta sonu dershane takviyesi isteyen özel okulları istatistiklerden muaf tutun, alın size %5 başarı. Yılın %5’ini sözüm ona çalışır geçiren, dersi bittiğinde kendini okuldan nasıl dışarı atarım diye düşünen, öğrencilerime nasıl faydalı olurum diye düşünmek yerine teneffüslerde bile Facebook aracılığı ile iktidara giydirip siyaset yapan öğretmen güruhu ile bu kadar saatte mahsul de bu.
Valla kızan kızsın, bağıran bağırsın. Herkes önce işini adam gibi yapsın. Dünyayı elindeki cep telefonu ya da önündeki bilgisayardan ibaret sanan okumak ve öğrenmekten aciz bir gençlikten eğitim camiası topyekün utanmıyor, bu işe çare aramıyorsa yazıklar olsun hepsine.
Diyeceksiniz ki AK Parti’ydi, şu parti bilmem ne. Bırakın kardeşim siyaseti. 15 yaşındaki çocuk eğitime başladığında kim vardı iktidarda? Kaldı ki ben onları da suçlamıyorum. Eğitimciler siyaset yapmak yerine, mesleklerini en iyi şekilde icra edebilecekleri platformlar oluşturup da nazik bir şekilde taleplerini demokratik yollarla duyurdular da iktidarlar mı dikkate almadı???
Ben buradan iktidara sesleniyorum:
Özel meslek mensupları hariç; vergi dairesindeki memurunuza nasıl muamele yapıyorsanız, başta öğretmen olmak üzere hepsine aynı muameleyi yapınız. Okullar kapandığında şortları giyip, yazlıklarda kafayı çekerken memleket edebiyatı yapan zihniyete iş bulun! Bütün bunlar işsizlikten ileri geliyor. Eğer ki siz, geleceğimizin teminatı dediğimiz gençleri böylesi boş insanlarla eğitmeye devam ederseniz, biz 3. değil 5. Dünya ülkesi bile oluruz. Ne sanayileşme kurtarır bizi ne de bir başka unsur.
Ondan sonra da çıkarlar meydana ‘Yuh’ diyerek toplu törenleri, özellikle akşam kafayı çekecekleri baloları afet nedeniyle iptal edenleri protesto ederler. Bu yazımdan dolayı şimdi bütün öğretmenler galeyana gelirler. Milli ve hamasi duygularla, kendilerini öğrencilerinin iyi birer vatan evladı olarak yetişmesi için gecesini gündüzüne katan, hatta şehit olan öğretmenlerimizi hariç tutarak tıpkı Alfred’in yaptığı gibi ortaya atıyorum. Beğenen üstüne alsın, beğenilmeyeni bana kalsın. Altı boş cumhuriyeti tamtamlarla kutlamaktansa, içi dolu Cumhuriyeti ve uğruna canını verenleri rahmetle anarım daha iyi.
Ben de sizi protesto ettim, hadi bakalım…