Geçtiğimiz hafta yayınlanan yazım bir hayli yankı uyandırdı. Arayıp tebrik edenler bir yana dursun, mübarek validemin hatırını soranlar çoğunlukta. İdrakleri iltihaplanmış eğitim camiasından yarası kaşınmış bir grubun yazının ana fikrini hiçe sayıp, şahsımı öğretmen düşmanı gibi göstermek için geliştirdikleri organize atraksiyonlar birçok veriyi aslında gözler önüne serdi.
Niteliksiz sövgü dolu söylemlerin sahibi öğretmen kimlikli insanların yaptıkları birbirinden ilginç yorumlar, aslında problemler karşısında kendilerinin duruşlarını ortaya koyarken; ben ve benim gibi birçok insanı da bir kez daha düşünmeye sevk etti.
Kabil-i hitap bulmadığım için cevap verme tenezzülüne bile girişmeyeceğim yorumların ardından, en aklı başında yaklaşım sevgili Günay Özbek hocamızdan geldi. Tire’de Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı görevini büyük bir ciddiyet ve özveri ile yürüten kıymetli hocam, yazdıklarımdan dolayı özür dilememi gerektiğini düşündüğü yazısını şu ifadelerle tamamlamış:
“Sevgili kardeşim, sana anlatayım. Öğretmenin diğer mesleklerin dışında bir sorumluluğu vardır. Öğrencisini başarılı kılmak. Bunun için gece günlük plan yapar, ertesi günü işleyeceği konuya hazırlık yapar. Sınav sorusu hazırlar, yazılı kâğıtlarını okur. Yani ders saatleri dışında da görevi bitmez. İzin verin de günün yorgunluğunu okul çıkışı nerede isterse atsın. Öğrencisinin başarısı öğretmeni gururlandırır. Çünkü onun da emeği vardır. İlkokula çocuğunuzu kaydettirirken “Neden şu öğretmene vereyim” dersiniz? Gerçi ben bunun karşısındayım. Dediğim gibi sorumluluk sahibi her öğretmen başarılıdır. Bu yazınız öğretmenlere karşı biraz ayıp olmamış mı? İsterseniz bir kez daha okuyun ve en kısa zamanda yakışanı yapıp önce sizi yetiştiren öğretmeninizden, sonra tüm öğretmenlerden özür dileyin. Saygılarımla
Sevgili hocamın nitelikli eleştirisi için öncelikle teşekkür ederim. Bununla birlikte öğretmen camiasına salt kendi penceresi ve eğitimci kimliği çerçevesinden bakan kıymetli hocamın söylediklerinin içerisinde dahi benim eleştirdiğim “öğretmen” tipinin tanımları açıkça var. “İlkokula çocuğunuzu kaydettirirken “Neden şu öğretmene vereyim” dersiniz?” Bu ifade tam da benim demek istediklerimi özetlemiş.
“Mış gibi yaşamlar” isimli kitabında da sevgili Doğan Cüceloğlu, Niyet, bilgi, beceri, eylem ve uygulamayı devam ettirme sorumluluğu denkleminden yola çıkarak, eğitimden, adalete, sağlıktan, karı-koca ilişkilerine varıncaya kadar birçok sosyal alanda yaşanan hadiseleri irdelemiş arkadaşıyla. Adalet, sağlık, belediyecilik ve daha nice sosyal alanın en başında “eğitim” var. Şimdi eğitim niyetiyle yola çıkan bir öğretmen, bu konuda edindiği bilgileri, beceriyle yoğuramazsa ve uygulamayı devam ettirme sorumluluğunu sergileyemezse, her alanda “MIŞ” gibi yaşayan insanlarla karşılaştığımızı örnekleriyle ortaya koyuyor.
S. 38. … İlköğretim Okulu 1. Sınıf öğrencisi RY(8), öğretmeninin gösterdiği yeri okuyamadığı için dayak yedi… Aile hastaneden 7 gün rapor aldı, öğretmeni okul idaresine şikayet etti. İdare şu cevabı verdi: “Öğretmen bu olayı art niyet güderek yapmadı. Öğrencisinin iyi okumasını istemiş…”
S. 42.  … Öğretmen Rıdvan Sadık 1995’te Adıyaman’ın Kahta ilçesine bağlı Göçeri Köyü’nde göreve başladı… Okulda hiç araç-gereç yok, kayıtlı 434 öğrenciden 198’i okula devam ediyor. Okul ahır gibi. Rıdvan öğretmen mücadele etti, üç yılın ardından yüzlerce öğrencinin devam ettiği, 10 bin kitaplı kütüphanenin yer aldığı, köydeki %9 olan okuryazarlık oranının %64’e çıktığı, sınıfların ısınma problemlerinin çözüldüğü, mezun olanların nitelikli okulları kazandığı bir başarı öyküsü. Tesadüf değil, aynı öğretmen bu başarısını Diyarbakır’a tayin olduktan sonra da devam ettiriyor.
Yazımı okuyan bir veli telefon açtı. Diyor ki, “Oğlum filanca okuldaydı. Öğretmeni her gece geç saatlere kadar içtiği için haftanın en az iki veya üç günü saat 9.30’dan önce derse gelemiyor. Gelse randımanlı olamıyor, çocuğumu özel okula vermek zorunda kaldım. Bir başka veli de arıyor diyor ki, filanca okul, çocuklarının X isimli öğretmende okumasını isteyenlerden ekstradan 300 TL para alıyor… Daha onlarca, yüzlerce örneği var.
Halk Eğitim’de usta öğreticilik yaptığımı dönemde, performanslarını hayranlıkla izlediğim, günün neredeyse her saati mesai yapan, meslek hayatında bir kez dahi rapor almamış Ali Rıza Bakanoğlu hocamın, yıllar sonra vücudunun iflas etmesinin ardından zorunlu ilk tatilini hastanede yaptığını unutmuş değilim. Kafası zehir gibi çalışan öğrencilere laf küf anlamaz muamelesi yaparak, kendi zekasının bile gölgede kaldığını unutan öğretmenlere karşılık, bıkmadan, usanmadan gösterdiği özverili çabalarla, engelli kardeşlerimize benim bile beceremediğim ‘Harmandalı Zeybeği’ni başarıyla oynatan Hulusi Yönter hocamın emeklerini nasıl görmezden gelirim. Burada adını saymaya ömrümün yetmeyeceği yüzlerce saygıdeğer, eli öpülesi öğretmenim var elbette.
Her eğitim yılı başlangıcında çok sayıda veli (kendisi öğretmen olan birçok insan da buna dahil); çocuğunun ilkokul öğretmenini seçebilmek, filancanın sınıfında okusun, ya da filanca okulda filanca öğretmene gitsin diyerek çaba göstermiyor mu? Muhtarları gezerek, araya insan katarak ikametgah almaya uğraşmıyor mu? Kaldı ki ben birkaç aylığına 300 TL fazladan verip, boş eve elektrik bağlatıp adres gösteren insanları hatta öğretmenleri bile gördüm. Şimdi Günay hocam; Allah aşkına söyleyin; bu öğretmenlerin kendi meslektaşları arasında yaptığı seçim; diğerlerine fiilen hakaret olmuyor mu? Bu hakareti öğretmen olan, kendi çocuğu söz konusu olunca meslektaşına yapıyorken, bana sövgüler düzen öğretmen etiketli insanlar bunlara çıkıp da, “Ben öğretmen değil miyim kardeşim, çocuğun niye bende okumasın” diye soramıyorsa, güçleri bana sövmeye mi yetiyor? Siz karşınız Günay Hocam, bunu kendiniz söylüyorsunuz. Ben de karşı olmakla kalmayıp, bunu köşeme taşıyorum; bunu yapınca öğretmen düşmanı mı oluyorum? Komik…
Gelelim bir kez daha önceki eleştirime… Buna da en güzel cevap DSP eski Genel Sekreteri Süleyman Yağız Beyefendi’den geldi. Yağız şöyle diyor, “1999 yılındaki depremin ardından da 29 Ekim kutlamaları, genelkurmayın talebi üzerine dönemin Başbakanı merhum Bülent Ecevit tarafından da uygun görülüp iptal edildi. Buna karşın Cumhuriyetçi Demokrat kimliği ile bilinen Bülent Ecevit aleyhine dahi, ‘Cumhuriyet düşmanı’ söylemine varan kara propaganda yapılmıştı. İlla muhalefet edeceğim diyerek haksızlık etmemek ve tabii haksız duruma da düşmemek gerekir. Sonuçta ECEVİT GİBİ CUMHURİYET SEVDALISI bir liderin döneminde bile askeri geçit törenleri iptal edildiğine göre demek ki bu tür uygulamalar yapılabiliyor”
Şimdi sayın hocam, ben de bu açıklamaya ek olarak yazımda şunu vurgulamaya çalıştım. Bizim öğretmenlerimizin yaptığı kara propagandadan öte bir şey değildir. Tamamıyla siyasettir. Cumhuriyet Bayramlarının iptal edildiği gibi bir durum söz konusu değildir. Üstelik kutlanan Cumhuriyet Bayramı’na konu olan Cumhuriyetimizin bekçileri gençlerin büyük bir aymazlık içerisinde olduğunu, okumadığını, araştırmadığını, üretmediğini, dünyayı ellerindeki cep telefonu ve kucağındaki laptoptan ibaret algıladığını, bunun da baş sorumlusunun öğretmenler olduğunu öne sürdüm. Olay bu kadar basit ama bir o kadar acı ve gerçek. Bu nedenle Cumhuriyet’in altı boş diyorum.
Şimdi benim öğretmenlerim bu gerçekle yüzleşerek, çözüm arayışına girmek yerine, fragları ya da koyu renk takım elbiseleri giyerek kafaları çekip, onuncu yıl marşını güzel kafalarla söylemekten öte hiçbir anlam yüklenemeyen cumhuriyet balolarının iptaline kafa yoruyor,  hatta kara propaganda örneği ile protestolar yapıyorlarsa, ben de bunu yapanları protesto ediyorum dedim, lafımın da arkasındayım.
Şimdi soruyorum Günay Hocam, öğretmenlerin meydanlarda yürüyerek buram buram siyaset kokan sloganlar atmaları hak da, benim bunları, “siz öğrencilerimizi adam gibi yetiştirmenin yollarını arayın, işinizi mış gibi yapmaktan vazgeçin” diyerek uyarmamın neresi özür gerektiriyor? Yerim müsait olsa, konu bütünlüğünü bozmasından endişe etmesem, yüzlerce olumsuz örneği burada yazardım. Ama konunun zeki insanlar tarafından anlaşılabilecek kadar açıldığına inanıyorum.
Kendini mesleğine adayan kıymetli öğretmenlerim bilmelidir ki eğitim camiasının bugün geldiği noktada maalesef öyle büyük problemler var ki, her geçen gün yetişen neslin durumu bunu bizlere açıkça gösteriyor. Ben, kastımın idrak edildiğine ve anlayamayanlar için binlerce örneği farklı biçimlerde ele alma hakkımı tehir ederek, konuyu bir kez daha bağlıyorum.
Herkes istediği gibi düşünme hakkına elbette sahiptir. Ancak hiçbir öğretmen benim çocuğumu siyasi görüşüne paralel eylem ve söylemlerle yetiştirme hakkına sahip değildir. Çok çarpıcı olduğuna inandığım bir örnekle yazımı tamamlamak istiyorum. Öğretmen öğrenciye araştırma ödevi veriyor; çocuk internet kafeye gidiyor, sayfası 50 kuruştan istediği kadar sayfa ödev hazırlatıp okula götürüyor. Benim işte o tam da eleştirdiğim öğretmenim, ‘Afferimmmm, tam da 5 sayfa ne güzel’ diyerek 2,50 TL’lik ödevi dosyaya takıyor.
Ben de soruyorum bu öğretmene, “Acaba o çocuk, bu ödevi okudu mu?”. 5 sayfa yerine, yarım sayfalık ödev isteseydiniz de, elle yazıp getireceksiniz deseniz her gün, daha iyi olmaz mı? Yazarken kafasında kalmaz mı? Şimdi burada eğitim sistemi mi yanlış, öğretmenin ödev anlayışı mı yanlış? Hangisi yanlış Günay Hocam?
Sözün özü, o çokbilmiş ve beni öğretmen düşmanı gibi gösterme gafletinde debelenen öğretmenler bana laf yetiştirmeyi bıraksınlar da çocuklarımızı kendi çocukları gibi nasıl daha iyi yetiştiririz diyerek kafa yorsunlar.
Ortalıkta balta çok, benim de sap olmaya niyetim yok. Önce eğitim camiasının yüzlerce ferdi, “mış gibi” öğretmenlik yapmaktan vazgeçsin, ben gazetemdeki birçok arkadaşıma servis yapmaktan şeref duyarım, iyi de çay demlerim…