İnsan yaşamı boyunca hep iyi ya da kötü seçimler arasında yaşantısına devam ederken, bazıları seçimlerini insaniyet ve hakkaniyet namına bazıları da nalıncı keseri misali kendi namına yapıp, yaşayıp gidiyor. Öyle zamanlar geliyor ki birçoğumuz hiç ölmeyecekmiş gibi yaşantımıza devam ederken, aniden vefat eden tanıdıklarımızın, yakınlarımızın ya da ne bileyim sevdiklerimizin kabre girişiyle biraz irkilerek manevi hayata yönelme gayretine giriyoruz. Tıpkı, yolda arabamızın km göstergesinin 170 km’lerden aşağı inmediği bir sırada karşılaştığımız feci bir trafik kazasının ardından uzunca bir müddet 80 km sürati aşmadan yolculuk ettiğimiz gibi.
Peki, ne zamana kadar?
Önce şahsım, sonra da birçokları için ateş içimize yeniden düşene kadar değil mi?
Bu hafta sonu önce sevgili Aydın Menderes’i yitirdik. Değerli şahsiyet, ailesinin sürdürdüğü onurlu demokrasi mücadelesinin şerefli ve onurlu varisi olarak aramızdan ayrıldı. Bu uzaktaydı, içimiz burkulsa da belki tam yakmadı. Sadece biraz geçmişe götürdü. Demokrasi şehidi Adnan Menderes’in asıldığı o yıllara. Yaşamadım ama yaşamış gibi acısını yeniden hissettim.
Hemen beraberinde, sevgili Gökçe Ok kardeşimizin genç amcası, o da henüz 42’sinde ekmek parası için daldığı denizde veda etti hayata. Cuma günkü cenazesinde dua için açılan ellere, birer damla gözyaşı soğuğa ve rüzgara aldırmadan damlıyordu kabristanda.
Cumartesi günü bir başka tanıdığımızı yitirdik. Hüseyin Çamlıca ağabeyimizin kardeşi, benim de eski dükkan komşum Hasan Çamlıca kardeşimizi. O da henüz 42’sinde veda ederken dünyaya, geride gözü yaşlı ailesini ve sevenleri bıraktı gitti.
Henüz kabristandaydık bir başka ölüm haberi aldığımızda. Tirespor’da ekmek parası için top oynayan, eğitim hayatı için para biriktirmek amacı ile Manisa’dan kalkıp Tire’de rızkını arayan futbolcu kardeşimiz, Balçova’da statta veda ediyordu hayata henüz 22’sinde. Hepsine Allah’tan rahmet ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyorum, Rahman ve Rahim olan Halik’ımızdan…
Ölüm, yok oluş değildir elbet. Üstat Bediüzzaman’ın anlattığı şekliyle bir terhistir bu çileli dünya hayatından. Baki bir cennet için bilettir ölüm. Ahrete intikal etmiş sevdiklerine kavuşmak için bir vesiledir, acılı yüreğinin feryadından sıyrılıp görebilene.
Bütün bu deveranlar dönüp giderken, dünya adeta dolup dolup boşalırken, bir de bakıyorsunuz ki iyiler çektiğiyle, kötüler de ettiğiyle göçüp gidiyor dünyadan. Sanki ilahi adalet eksik kalıyor, tam tecelli etmiyorcasına. Oysa ki başımızı öne eğip, düşünmemiz için bakın nasıl anlatıyor Said Nursi ölümden sonraki hayatta tüm insanlığı bekleyeni:
“Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.
İşârâtü'l-İ'câz, s. 60

Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur.
Sözler, s. 66
Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü'minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te'dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.
Sözler, s. 67”
Sözün özü Allah’ın sivrisineğin ihtiyacını görerek imdadına yetişen saltanat-ı Rububiyeti (rızıklandırarak, terbiye ediciliği), bizleri kabirlerimizde rahatça yatırmaya müsaade etmiyor. Ayeti Kerime’de, “Kim zerre kadar hayır işlerse…, kim zerre kadar kötülük işlerse… Karşılığını görecek” manasında söylerken, kulağımıza iliştiriveriyor ihtarını…
Bu kadar ölüm ardı ardına gelince, ben de hiç ölmeyecekmiş gibi zulmüne devam eden kimi idarecilere atfen duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istedim kendimce.
Yoksa kendini demokrat sanan ama demokratlığı şeklen tabelalarda çakılı kalmaktan öteye gidemeyen fanatiklerin, anti-demokrat yaşantıları ve icraatlarının üstüne bir de kırıntı misal partilerinde kalmış hakiki demokrat şahsiyetleri kapı dışarı etme faaliyetleri vardı gündemimde. Duydum ki İlhan Ağat’ı Demokrat Parti’den ihraç etmek için düğmeye basmışlar. Bilmiyorlar ki ellerinde ‘Demokrat’ bir İlhan Ağat kaldı. Onu da gönderirlerse, il ve genel başkanları ülkücü, belediye başkanları sosyal demokrat solcu ne kalacak geriye, hak ve hakikatı korkmadan bağıracak…
****
Bu arada yine, Tire Belediyesi’nin temizlik ihalesi Şenol Sardoğan hocamızda kalmış, tebrik ediyorum kendisini. Seçimin hemen ardından Şenol Sardoğan bir hışımla gelmişti yanıma. Benden seçim dönemindeki fotoğrafları istemişti. Gerekçesi ise, seçimde Tayfur Çiçek’e oy verdiğini söylediği CHP’li kırtasiyeci bir arkadaşını kongrede rezil etmekmiş. Nasıl olurmuş Tayfur Çiçek’e oy vermek. Bugün ise Tayfur Çiçek’e minnettardır herhalde. Bir yandan oğlu belediyede işe girdi, diğer yandan kendisi temizlik şirketi işinde. Güvenlik işi kimin onu bilmiyorum…
****
Neyse, uzun uzadıya ona da sıra gelecek hepsini yazmaya. Biri nasıl zeybek oynar, diğeri nasıl ne yapar arenada göreceğiz. Ama unutmasınlar ki:
Ölüm de var! Mahkeme-i Kübra (büyük mahkeme) var!
Yaşasın zalimler için cehennem!