Hayatımın uzun bir bölümünde bilgisayar sektöründe çalıştım. O dönemin hayatımda en çok iz bırakan anları, yuvarlak kablo ile yaptığımız çok kullanıcılı bilgisayar ağları alt yapısı idi. Çünkü kablonun network terminolojisi kapsamında yerleştirilişi açısından, her bilgisayara uğraması gerekiyordu. Şimdiki gibi bir kutudan her bir bilgisayara bağımsız bir kablo gitmesi pek olası değildi. Bu nedenle kafamızda bazen saatler bazen de günler süren bir algoritma oluşturur, işe öyle başlardık.
Bu bağlantıları yaparken, kabloyu binanın bir yerinden yukarı çıkartıp, diğer taraftan aşağı atmak var ya… İşte en büyük risk ve beraberindeki işkence orada başlıyordu. Kablo, sanki binlerce insan biraraya gelmiş ve uğraşmışçasına öyle bir düğüm olurdu ki bırakın çözmeyi, keserek ayırmaya çalıştığınız parçaların uzunluğu 30 santimi geçemezdi çoğu zaman. Saatler süren uğraş, bir anda düğümlenir giderdi karanlığın içerisinde…
İşe yeniden başlardık, yılmadan. Her işlemi daha büyük bir titizlikle yapar, ardından tüm bilgisayarları açardık, dua ederek; “Allah’ım ne olur bir aksilik çıkmasın.” Doğru ve titiz bir hazırlık sürecinin ardından, tüm parametreler gözden geçirildikten sonra neredeyse hiç sorun çıkmazdı. Ta ki bir elektrikçi, elindeki matkapla duvarın bir yerinde kabloyu delinceye, ya da hareketli bir sekreter, koltuğunun tekerleği ile altındaki kabloyu ezinceye kadar…
Bu nedenle, edindiğimiz tecrübeler ve verdiğimiz uğraşlar neticesinde yeni bir yöntem izlemeye başladık. Örneğin bir fabrikada network (bilgisayar ağı) tesisatı döşeyecek isek; önce o fabrikanın elektrikçisine ne yapmak istediğimizi şema üzerinde anlatarak ‘Sizce bu uygun mu’ diye sorardık. Hemen hemen tamamı, mutlak surette bir fikir beyan eder, “Kablonun buradan geçmesine izin veremem, buradan gitsin” gibisinden talimat verirdi. Biz de alır kabul ederdik. Sonrasında, tek tek bilgisayar kullanacak olanları dolaşıp, tesisat yerleşiminin kendilerini etkileyip etkilemeyeceği konusunda görüşlerini alır, yerleşimi birlikte yapardık. Ve en nihayetinde, bağlantılar bittiği anda, hiçbir sorun çıkmaz, küçük de olsa bir projenin mimarisinde oluşturduğumuz ortak akıl, hem herkesi sorumluluk altına alır, hem de projenin, herhangi bir sabotajla karşılaşmadan yıllarca çalışmasına imkân sağlardı.
Dedik ya, ortak akıl. Şunu çok net biliyorum ki, “Bu böyle olur kardeşim” dediğimiz her proje, illaki kasıtsız da olsa bir sabotajla karşılaşırdı. Çünkü insanlar katkısı olmadan kullanmak zorunda kaldıkları bir projeye ‘Sahiplik’ gözüyle bakamıyorlar.
İlçemizde ve hatta havzamızda, benzeri proje sorunlarının olumsuz örneğini neredeyse her gün görür hale geldik. Özellikle belediye başkanları, bir meclisle çalışmak zorunda olduklarını unutarak “Ben böyle istiyorum, böyle olacak” dedikleri her proje için illaki bir sorunla karşılaşıyorlar. Ardından da medyada, toplantılarda “Kimse yardımcı olmuyor”, “Bana engel oluyorlar”, “Ben kamu yararına proje yaptım”, “İlçenin menfaatleri...” bir sürü demagojik söylem. Yani demek istiyorlar ki “Ben kimseye sormadan kafama göre bir iş yaptım, bana engel olmasınlar”.
Bu sorunların çözümü çok basit, meclis yerine sadece başkan seçeriz, olur biter. Sıkıntı, tartışma, engel kalmaz. Peki hukuk? Hukuk da karışmasın. Başkanlar çıkıp da “Kamu yararı” diyorsa öyledir. Hukuk nereden bilecek? Bunun en güzel tespitini, Tire Belediyesi’nin avukatı, mecliste söylemedi mi “Bölge İdare Mahkemesindekilerin hepsi değerli arkadaşlar, ama hukukçu değiller.” Yani, hukuka aykırımıdır, değil midir nereden bilecekler? Sorun şu ki, insanlar kendi aklını ortak akıldan üstün gördükleri sürece, bu sıkıntılar her zaman yaşanacak.
Oysaki önümüzde genel seçim süreci var. Küçük Menderes’i ciddiye alan bir parti çıkacak mı? Tayyip Erdoğan, “Bu havzada bir sorun var. Bu kadar yatırım yaptık hala daha oy alamıyoruz. İçlerinden birkaç tane değerli insanı alalım da havza ile iktidar arasında köprü olsun. Bu havzanın kaderi değişsin artık” diyecek mi? Ya da Kılıçdaroğlu, sadece seçim sürecinde aklına getirdiği köylüyle “Tarım Mitingi” dışında bir ittifak kurabilecek mi? Ya da birileri Misak-ı Milli sınırlarının yerine Nifak-ı Milli projesi içerisinde debelenmeyi bırakıp, ülkenin gerçek sorunları ile ilgilenebilecek insanlarla işbirliği yapabilecek mi?
Daha ötesine geçtim, bu havzadaki belediye başkanları, kendi dediklerini dikta ettirmek yerine, biraz da meclislerinin ortak aklıyla projeler üretmeye çalışmayı başarabilecek mi? Bu projeler için de laf başı ‘Ben partimin değil, herkesin belediye başkanıyım’ demek yerine, gerçekten herkesin, belediyenin ve meclisin ortak aklının da başkanı olmayı başarabilecekler mi?
Yoksa göz göre göre projelerine düğüm atmaya devam mı edecekler? Seçim süreci kısa ama bu yol sanırım çok çok uzun.
Görmeden düğüm olunca kördüğüm ama bu göre göre be başkanlarım.

Bunun adı “Gördüğüm”