Geçtiğimiz hafta yayınladığımız yazımda, Bediüzzaman Said Nursi’nin, hayatı boyunca sergilediği demokratik tutum ve cumhuriyet anlayışına ilişkin çabalarından örnekleri paylaşmaya çalışmıştım. Yazıma yapılan bir yorumdaki ilginç ifade dikkatimi çekti, onu da paylaşmak istiyorum: “Malum zihniyet”…
Bir zat-ı muhterem, ‘malum zihniyetle yazılmış bir yazı’ olarak mütalaa etmiş. Bu yorumu yaparak, yazıda anlatılmak istenen ve yaşanmış örneklerin verdiği önemli mesajları ıskalamış, kendisi bu karavana atışın farkında mı bilemiyorum tabi…
Üstat Bediüzzaman, milli mücadelenin yani Kuva-yı Milliye hareketinin en ateşli savunucularından olmuştur. İngilizlerin İstanbul’u işgal etmeleri üzerine Hutuvat-ı Sitte isimli eserini yayınlamış, bunun ardından Atatürk tarafından ısrarla Kuva-yi Milliye hareketine sadece fikirleriyle değil, fiilen de destek vermesi için Ankara’ya davet edilmiştir. Tarihçe-i Hayat isimli eserinde de bu sürecin detaylı yer almaktadır. Meraklıları, ya da farklı ön yargılara sahip, ‘Malum zihniyetin mahsulleri’, kitabın kırmızı renginden ürkmezlerse oradan da okuyabilirler. Said Nursi, yapılanlara uygulamalara konulan meşrutiyet ya da cumhuriyet gibi isimlere hiçbir zaman takılmamış, meselenin kabında değil; bugün birçoklarımızın, hatta eğitimcilerimizin ya da bilmem kaç diplomalı insanlarımızın bile yapamadığını yaparak özü üzerinde durmuştur. Bu durumda da Meşrutiyet ya da Cumhuriyet isimleri altında istibdadın yani zorlamanın, baskının devam etmesi, kendisini derinden yaralamış ve sürekli bu çelişkiyi eleştirmiştir. Zira meşrutiyet dönemindeki baskı ve zulmü eleştiren ittihatçıların bu kez de kendilerinin baskıcı rolü üstlenmeleri, Said Nursi tarafından ‘İsimlerin değişmesi ile gerçekler değişmez’ prensibince değerlendirilerek, “Ben mürteciyim, zira yalanlarla ittihat yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan isi meşrutiyet, fasittir” demiştir. Bunu demesinin sebebi ise ilginçtir: Meşrutiyet dönemindeki baskıyı eleştiren ittihatçıların, kendi keyfi idare ve istibdatlarını eleştirenlere ‘Mürteci’ demeleridir.
Cumhuriyet döneminde de Said Nursi’nin en çok şikayet ettiği konu ise keyfiliğe, hukuksuzluğa, baskıcı bir yönetime cumhuriyet adı verilmesidir. Tek partili dönemin ‘Cumhur’suz Cumhuriyet anlayışı başta din ve vicdan hürriyeti olmak üzere birçok özgürlüğü ayaklar altına aldığını yüksek sesle dile getirince, kendisini Eskişehir mahkemesinde savunmak zorunda kalmıştır. Buradaki savunması ise bugün halen daha ‘kamusal alan’ tanımlaması ile dayatılan özgürlükle bağdaşmayan uygulamalara muhteşem bir cevap olmuştur:
"Yaşlı mahkeme reisinden başka, daha siz dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.Hülasası şudur ki; o zaman şimdiki gibi, hali bir türbe kubbesinde inzivada idim.Bana çorba geliyordu.Ben de taneleri karıncalara veriyordum.Ekmeğimi onun suyu ile yerdim.Benden sordular,ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetçiliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.Sonra dediler: "Sen selef­i salihine muhalif ediyorum"cevaben diyordum: Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A) Aşare-i Mübeşşereye ve Sahabe-i kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi.Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakiki adaleti ve hürriyeti-i şer'iyeyi taşıyan manâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler"
Cumhuriyet devrinde, Cumhuriyetin ruhuna aykırı olarak sergilenen tutum ve davranışları, Bediüzzaman, gerek mahkeme müdafaalarında gerekse mektuplarında şiddetle kınamıştır. Hatta ona göre adı ne olursa olsun, mutlak bir istibdat olan, ilmî, vicdanî, dinî hürriyetlere yer olmayan bir rejimde yaşamaktansa ehl-i namus ve dindar insanlar için ölmek veya hapse girmekten başka şeçenek yoktur…
Daha düne kadar, okul önlerinde sürüklenen başörtülü öğrencilerin tablosundan farklı bir tablo görebiliyor musunuz bilmiyorum?
Devam edecek.