Payitahtın bol şatafatlı koridorlarında, Bizans’ı aratmayacak türden atraksiyonların yaşandığı heyecanlı bir zemheri gecesiydi. ‘Ben yaparsam olur’ diyen Sultan 1nci Yarmagül’ün, akaretler konusundaki emirleri altında ezilmemek için direnen divan heyetinin birer birer saraya süzüldüğü akşamda, her köşede bir kumpas, her köşede acabası bol sohbetlerin yapıldığı bir gece. Bir gece ki, bir yanda akaretlerden ‘Benim küpüm nasıl dolar acep’ diye düşünenlerle ‘Küpler dolsun, cukkalar bulunsun’ derdine düşen kimi zavallı ciğerci kedilerinin bir o grup bir bu grup sürtündüğü, oynaştığı bir gece. Bir yanda sarayın maliye nazırları, köşe bucak ulufe dağıtıyordu divan üyelerine.
Sultanın yüzünde garip bir endişe, sanki olacakları önceden sezinlemişçesine bir bakışla tahtında Basurlulardan kalma bir gelenekle hafif yan dönmüş oturuyor. Kapıkulları etrafında sağa sola talimat yağdırırken o, kendine kul divan heyetinin melül bakışlarına aldırmaksızın gözü kapıda, kulağı kethüdasında… Sanki birilerini bekler, birinden medet umarcasına dalıp gittiği kapı manzarasından kendisini ‘Devletlûm, vakit geldi’ diyerekten alı koyan bir sesle, divanı kabul edeceği salona davet edilir.
Padişahı rahatlatmakta kendini görevli addeden Keloğlan, etrafında fır dönmektedir. ‘Devletlûm, siz merak buyurmayın, ben kadıyı da divanı da hallederim’ diyesi kendinden emin bir tavırla yaltaklanırken, Padişahın gözü ısrarla ‘Sana ihtiyacım yok!’ diye payladığı divan üyesini aramaktadır. Eteğine yüz sürdürmekten imtina ettiği, hem daim hakkı ve doğruyu söylemekten geri durmamış, yürekli bir Süvari’ydi aradığı. Haktan dem vuran sözlerini çoğu zaman içerisine sindiremeyen ve nihayetinde ‘Bre densiz, sen sus, en son konuş’ dediği adamın konuşmasına, o samimi sesine ne çok ihtiyacı vardı oysa…
Aylarca meydanlarda birlikte cenk ettikleri yetmemiş gibi, o Süvari her kötülüğe kendisini siper etmiş, 1 akçesi bile olmayan Padişah için, Devlet-i Aliye’nin bekası için binler akçeyi karşılıksız feda etmişti. İşte tam da bu anda Padişah, belki de ‘Bir fedakârlık yapsa, neleri vermem’ düşüncesi ile indi sarayın şaşaalı merdivenlerinden. O an gözünde, ne o debdebeli saray merdivenleri ne de o cezbeden iltifatların olmadığı belliydi. Üstelik günlerce her kapıyı, sözüm ona Padişah’ın iyi niyet elçisi gibi dolaşarak ‘Bugün milat olsun’, ‘Bugün birlik olalım’ diyen Sadrazam Yollukçu Hamdi Paşa’nın, Lastikçi Kazım Paşa’nın çabalarının da bir netice vermediği haberi gitmişti kulağına. ‘Hay ben bu meşrutiyetin…’ diyerek hayıflandığı dolaştı, sarayın ücra dehlizlerinde.
O gece indiği merdivenler, hayatının belki de en uzun inişi oldu Sultan için. Merdivenden aşağı indikçe boğazı düğümlendi, ağzı kurudu. Kanun bilmez, divan tanımaz tavırları, belki de ilk defa bu kadar zora sokmuştu kendisini. Hazinedeki emanet akçeleri, yerine tamamlayıp, maliye nazırından tasdikname almak bile onu rahatlatmamıştı. Zira o akçelerin elinden uçup gideceğine dair bir his, adeta habis bir ur gibi tüm benliğini sarmış, merdivenleri indikçe adeta dibe daha çok saplanıyorcasına kasılmaya başlamıştı.
İşte bu duygularla girdiği yüce divan’ın salonunda, herkes kendisini sakince karşıladı. Kenarlara dizilmiş olan tebaası bile, sanki fırtına öncesi sessizliği hissetmişçesine tedirgin durmuş, el pençe ne yapmak gerektiğini anlamaya çalışır vaziyette bekliyordu.
Divan Heyeti ile hasbıhali oldukça kısa sürdü. Divana, almaları gerektiği kararı bildiren, talep değil adeta emir veren padişahın bu hamlesi bir anda geri tepti. Bu geri tepmenin ilk saldırısı Keloğlan’dan geldi, başladı tevile. ‘Yüce divan, en yüksek makam sizsiniz de’ … ebelek, gübelek. Ne Keloğlan’ın çabaları yetti divan heyetinin dik başlı neferlerine he dedirtmeye, ne de Padişah’ın rüzgârgülü misali kükremeleri. Görüntü aslandı aslan olmasına da, kendi etrafına bile üfürmekten aciz o rüzgârgülünün çabasından öteye gidemedi.
Bağırdı, çağırdı, saldırdı… Nafile.
Bağırıp çağıracağının yarısı kadar samimi olup da heyete hakkaniyetli davransaydı, belki de divan heyetinin birçok konuda daha sıcakkanlı davranmasına imkân tanıyabilecekti. Oysaki krallıktan kalma alışkanlıklarını bir türlü terk etmemişti Padişah. Yine iki elinin varlığını kanıtlayamadığı, keyfini süremediği kâbus gibi bir gece yaşadı. O 2nci elinin de kalkmasına imkân sağlayan dişlileri kırıp attığından habersiz debelendi durdu adeta.

O dişliyi takmak ne Yollukçu Hamdi Paşa’nın işi, ne de Lastikçi Kazım Paşa’nın. Seni bu bataklıktan ancak o her daim sabunladığın Süvari, Defterdar Bedri Paşa, Okçu Tabip Efendi, Sucu Yağız Paşa ve İT kurtarır, unutma! Sen ‘Samimiyetle Görüşürük’ dersen onlar da ‘Bekleyip Görceğiz’ derler. Diyen olmadı mı sana hiç Padişahım ‘Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen, yolunu kaybedersin’. Tahttan indirilen nice atalarından da mı öğrenmedin. ‘Sen en son konuşacak adamsın Padişahım’. Kendin ettin, kendin buldun. Neden mi? El öpmezsen, eteğini öpmezler.
Değil mi gülüm?