Geçmiş yüzyıllarda kadının değersiz görüldüğü, hiçe sayıldığı anlayışının hakim olduğunu yadsıyamayız. Fakat içinde bulunduğumuz çağın vicdanlı insanlarının zihninde böylesi bir düşüncenin olduğunu söylemek mümkün değil. Toplumsal ve kamusal olarak bir erkeğin sahip olduğu ve olabileceği her hakka kadınlar da sahiptir. Eğer bir haksızlık yapıldığı iddia ediliyorsa, bu da  kadınlar kullanılarak yine kadınlara karşı yapılıyor demek daha yerinde olacaktır. Eğer kadının hiçe sayıldığı, değersizleştirildiği, meta olarak görüldüğü düşünülerek söz konusu tepkiler gösteriliyorsa, asıl tepkinin sözde kadın hakları savunucuları, dernekleri ve feminist örgütlere gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira, baktığınızda içerik ve yapısal olarak kadınla ilgisi olmayan her ne varsa, tanıtım, reklam ve sunumunda kadın, daha doğrusu kadın bedeni kullanılmaktadır. Gelin görün ki bu örgütlerin (kadın hakları savunucuları) buna tepki gösterdiğini ne görüyor ne de duyuyoruz…


    Mevcut kapital sistem insanları ekonomik olarak sıkan politikalar geliştirerek, aslî görevi evlat (insan) yetiştirmek olan kadını evinden çıkarıp çalışmaya zorluyor. Bunu da “tek başına yetebilmek” şiarıyla idealize ediyor ve böylelikle toplumun nirengi noktası olan aile içindeki hiyerarşik düzeni sekteye uğratıyor. Medya vasıtasıyla, para kazanıp ekonomik özgürlüğünü eline aldıkça güçlü ve kendi başına yetebildiği aşılanan kadın, bunu bir güç savaşına (istemese de, farkında olmasa da) dönüştürüyor. Bu bağlamda her geçen yıl artarak devam eden boşanma oranlarının acı faturası ortada duruyor. Diğer yandan evlilik çağına gelmiş fakat bekar olan gençlerin oranı da hızla artmaya devam ediyor.


    Aile içindeki rollerin taksimi ezelden beri belliyken şimdilerde eski köye yeni adet misali rol değişikliği yapmak, toplumsallığın temeli olan aile olgusuna da büyük darbe vuruyor. Bu tür sorunların yaşandığı ailelerde, yerel ve kültürel baskının etkisiyle boşanmaların yaşanmaması durumunda ise eşlerin birbirleri ile olan ilişkileri saygı ve sevgi temelinden uzaklaştığı için, kadim kültürümüzde huzuru bulduğunda cennete benzetilen ev, bu kez zindan olabiliyor. Sonrasında ise aldatmalar, ihanetler, entrikalar ve ne yazık ki intiharlar ve (namus meselesi) cinayetler…  Diğer yandan bu durum sadece eşlere zarar vermekle kalmıyor, çocukların da saygı, sevgi ortamından yoksun büyümesine sebep olarak travmatik kişiliklerin oluşmasına zemin hazırlıyor. “Z kuşağı” diyerek eleştirdiğimiz neslin çocuklarına kulak vermek ve onları sevgi ve şefkatle dinlemek gerektiğini düşünüyorum. Zira, onların içinde doğup büyüdüğü ve gelişerek bugünlere geldiği sosyolojik zemini yetişkinler olarak bizler oluşturuyoruz. Eleştirilmesi gereken evvela bizleriz. En büyük eleştiriyi de, toplumu yönlendirecek ve şekillendirecek her türlü güç ve imkana sahip kurumsal akla (devlete) yöneltiyorum…


    Bu minvalde topluma, kadın hakları söylemiyle empoze edilmeye çalışılan batı icadı feminizme ve feminist eylemlere dikkat kesilmeliyiz. Kadının bir meta ve cinsel bir objeye indirgendiği günümüzde, mevcut düzenin ve kurucularının ve onların uzantısı olan sözde kadın derneklerinin bir ses çıkardıklarını duyamıyoruz. Her türlü ve her sektörden reklam için kadının, daha doğrusu kadın bedeninin teşhir edilmesi, aslında pazarlık konusu olan şeyin kadın olduğu gerçeğini görmemizi engellememeli.  Estetik bir varlık olarak kadın ve kadın bedeni göze ve nefislere hoş ve etkileyici gelmektedir. Bunu biliyoruz ve farkındayız. Aynı şekilde bunu çok iyi bilen bozguncular ve kural ve kanun yapıcılar, söz konusu kadın bedenini adeta satışa sunmakta ve biz izleyenler ise buna güçlü bir tepki vermek bir yana kayıtsız kalarak zevkle izlemekteyiz. Ahlâki yozlaşmamı arıyorsunuz? İşte, ortada…


    Tabii konu kadın ve kadın bedeninin, sermayenin olmazsa olmaz aracı olarak kullanılması olunca ister istemez yazının ana başlığının çağrıştırdığı çizginin dışına çıkıyoruz. Estetik olarak kadın bedeni teşhir edilerek toplumda ahlaki bir çözülme ve düşüşe sebep olunmaktadır. Bunun bilincine varıp karşılaştığımız her türlü sözde reklam unsuruna asgari seviyede karşılık versek dahi belli ölçüde bu olumsuzluğun önüne geçebiliriz. Çünkü kirlenen bizim toplumumuz, yozlaşan biziz, istemediğimiz bir gençliği yaşayanlar bizim evlatlarımız. 


“Dünya’da sezaryen doğum oranı 10’da 2-3 oranındayken, Türkiye’de bu oran 10’da 6 seviyelerinde.” 
          
                       Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu

Normal Doğumdan Sezaryana

    Yazımızın giriş kısmında değindiğimiz, bir futbol maçındaki pankart sebebiyle söz konusu tartışmaların yaşanması ve belli kesimlerin bu pankarta tepkisi, kimi futbolcuları özür dilemeye sevkedecek kadar kamuoyu baskısı oluşturdu. Buradaki tepki, normal doğumu teşvike yönelik olmaktan ziyade, kadının bedenine yönelik bir yorumda bulunulması üzerineydi. Aslında bakarsanız aklı başında hiçbir kadın, tıbbî açıdan normal doğumu savunan ve teşvik eden hiçbir kişi ya da gruba tepki göstermemelidir diye düşünürüz. Fakat sözünü ettiğimiz bozuk düzenin, kural ve  kanun yapıcılarının sinsi tutumları, sermayelerini diledikleri gibi kullanma ve artırmalarının önündeki engelleri daha büyümeden yok etmeye yöneliktir.


     Bugün normal doğum tavsiyesi üzerinden kadın bedenine müdahale eden ıslah edici iradenin, yarınlarda kadın bedeninin reklam amacıyla kullanılmasına da tepki göstermesinin yakın olduğu bilindiği için konu özelindeki tepkiyi körükleyerek bir kamuoyu baskısı oluşturma çabasına girişilmiştir. Buna uygun zeminin yine kural koyucuların marifeti olarak oluşturulması sebebiyle, kadın-erkek ilişkileri için ahlaki bir takım önlemler alınması yönündeki politikalara da sert tepki gösterilmiş ve bu bağlamda, bedeninin bir meta aracı ve cinsel bir obje olarak kullanılmasından habersiz ve gaflette olan gençler; “Sevişirim, evlenmem; hamile kalırım, doğurmam… Sanane…!” şeklinde bir pankartla kendilerine göre bir tepkiyi ortaya koyabilmektedir. 

136 yaşındaki dede uzun yaşamasının sırrını eski aşkının bedduasına bağladı 136 yaşındaki dede uzun yaşamasının sırrını eski aşkının bedduasına bağladı


  Bu kirliliğin ve ahlakî çözülüşün onarımının da yine duyarlı insanların çabasıyla değişebileceği gerçeğini hesaba katarak var gücümüzle bu uğurda çabalamalıyız. Arzu etmekle, istemekle ve salt dua ile toplumsal bir dönüşüm ve değişim beklemek beyhude. Zira, doğaya ve insana egemen olan Tanrısal irade, toplumsal dönüşüm ve değişimin gerçekleşmesini öncelikle bu doğrultuda hareket eden iradenin varlığıyla ancak mümkün olabileceğini ifade etmektedir.
Bknz: Kur’an-ı Kerim, Ra’d Sûresi/11. ayet.
Ve bu bir yasa ve kanun olup aynı zamanda değişmez bir kuraldır.  Bknz: Fâtır Sûresi/43.ayet


Kürtaj

    Normal doğumun telkini üzerine çıkan tartışmalara cevap olarak yazılan bu yazıda kürtaj meselesine de değinmek istiyorum. Trajikomik bir şekilde hak olarak görülen fakat bizce cinayetten farksız olan kürtaj için de bir zamanlar güçlü tepkiler gösterilmişti. Ve benzer pankartlar (benim bedenim benim zevkim. Sevişirim, evlenmem; hamile kalırım, doğurmam. Sanane!) ve türevleri şehir meydanlarında yapılan gösterilerde ellerde yükselmişti. Gerçekten bir hak mıdır kürtaj? Yoksa bir zulüm müdür? Yeryüzüne bereketin, merhametin ve rahmetin akmasının önünü tıkayan katıksız bir kötülük müdür yoksa? Bunu sizlere, vicdan sahiplerine bırakıyorum.


Saygı, sevgi ve hürmetlerimle…