Nereden başlamalı?

Adettendir kimi yazılara bilhassa da ilk yazılara bir “giriş” yazılır…
“Düşler Ülkesi” ilk göz ağrımız, bir sunuş yapmaya “elimiz mecbur”.

Hatta galiba iki kere mecbur, zira içeriği bir yana şekli şemali üzerine birkaç şey söylemek gerekiyor.
Peki, nereden başlamalı?

Düşler Ülkesi’ni ilk tanıdığınız 2007’den başlayıp 2009’un Mayıs’ına kadar devam eden yolculuğundan mı?
Yoksa ilk yazılardaki sanat, insan, doğa, sevgisiyle birleşen, taraf olduğumuz olguların bizim için ne ifade ettiğinden mi?
Ya da o ilk günlerde güzel yurdumda değişen iyiye, güzele paralel giden metinlerden, onları nasıl, niye seçtiğimizden mi?

Belki de, Erkin Koray’ın “Mesafeleri” ile ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İnsan insandır ve bu da oldukça güç varılacak bir merhaledir,” cümlesiyle başlanabilinir.
Veya Aşık Daimi’nin “Ben bir insanım’’ı ile birlikte William S. Burroughs’un “İnsan isim değildir, sıfattır” deyişiyle.

Ya da belki de, Susan Sontag’ın kitabını hazırlarken zihninde dolanıp, duran bir deyişinden başlamalı : “Biçim, içeriğin faaliyet alanıdır”.
Bu noktada soluklanıp “Bahçe filozofu” Epikür’ün izleği Jean Marie Guyeau’ya kulak vermekte fayda var galiba:
“Bütün duyular güzelliği takip eder. Duyguyu, düşünce ve iradeyi harekete getiren aynı zamanda bunların kaynaşmış etkilerine bağlı bir haz uyandıran her izlenim güzeldir.”

Nerden başlayacağımızı düşünürken nerelere geldik! Tabii ki kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Umutla, sevdayla, sanatla, sevgiyle, düşle, rüyayla, geçmişle, gelecekle…

Bir çığlık yankılanıyor gecenin karanlığında.
Bir kuş sürüsü ağaçların ardında…
Okunmuş ve duyulmuş sözlerin peşine takılmış gibiyim. Karanlıkta sevdaların, çözülmeyen bilmecelerin yazılmamış şiirlerin izini sürüyorum.

Sessiz bir çoğunluk adım adım izliyor beni!
Sislerin içinden doğan güneş, dağ çiçekleri tek tek sönen yıldızlar…
Yeşil bir denizi düşlüyorum…
Ne kadar özlemişim kalemin kâğıtla buluştuğu bu beyaz boşluğu, akıp giden harfleri, kelimeleri, cümleleri ve beni okuyanları… Tanıyanları… Bekleyenleri…Sevenleri.

Saate bakıyorum.
Yepyeni, masmavi bir günü beklerken, ay yüzlü kâğıt duruyor masanın üstünde…
Renk renk çiçekler beliriyor beyazın içinde,
Değişken bir iç bükey maviliğinde sınırsız bir tutku yeşeriyor birden…
Güzel yurdumu düşünüyorum… Bıraktığım zamandan bu zaman neler değiştiğini…

Yurdumun kör karanlığını içine çekmek isteyenler dalga dalga yayılmakta hala…
Korku imparatorluğu devam ettirilmekte, ateşlenmekte sürekli… Aydınlar, yazarlar, yargıçlar, savcılar, eğitimciler hala dolduruyor odaları…
Rengi uçmuş yüzler, kesik kesik hıçkırıklar, hüzünler…

İçimizdeki bitmeyen acılar şarkı söylüyor adeta sıcak buğulu sabahlarda…
Yok olan doğa, ormanlarımız, denizlerimiz, göllerimiz, ovalarımız ve geleceğe ilişkin kaygılarımız, öfkelerimiz sıcak duruyor…
Taze çiçeklerin üstüne düşen sabah çiğlerinin yanında, toprağa düşen bedenlerin karaltıları
Suçları nedir bu insanların?



İçimde bir sızı, bahçedeki yeşil çimen denizini izlerken…
Ah benim güzel yurdum… Ne güzel açıyor mor, sarı menekşeler, ortancalar.
Kendi şarkılarını söylüyor mavi ve aydınlık yaz sabahında…
Yaşama ve sevgiye dair ne varsa ellerinde bize öğretmeye çalışıyorlar çevre bilincinde…


Gecenin sesini dinlerken, sizlerden ayrı kaldığım bunca zamanda kültür ve sanatın güzel kollarında olmadığım sürelerde gördüğüm sahtelikler gözümün önünden geçiyor birer birer…

Artık sessizlik bile bizim değil…

Güneş batacak, yine yıldızlar parlayacak bir umut olur mu bundan sonra söyleyeceklerim, söylediklerim yaşama, geleceğe dair.
Okulsuz köyler,öğretmensiz sınıflar, kaldırılan sanat dersleri, müzelere getirtilemeyen öğrenciler, satılan böbrekler…
Bir insan böbreğini nasıl satar?
İnsanlar aç kalmaya görsün, her şeyini satar. Böbreğini de, gözünü de…
Nerede ekonomiyi yönetenler? Bu ülkede insanlar kredi borçlarından kurtulmak, düğün dernek kurmak için böbreklerini satıyorlarsa onlar ne yaptıklarını düşünüyorlar.

Sabahı bekliyorum umutlarımı çoğaltarak…
Bir gerçeğin nereden geldiğini düşünmek, sanata ve güzelliğe sığınmak kırlangıçların uçmaya hazırlandığı bu saatlerde başlıyor.
Gözlerimi yumuyorum, günün ilk ışıklarını beklerken…
Hafif esintili bir sabah başlıyor sıcakla yıkanmış bir gecenin ardından.
Karanlık yırtılıyor.
Aydınlık bir çizgi ufukta görülüyor
Çiçek açmış kirpikleriyle; ıslanmış yüzleriyle…
Ülkenin aydınlık yarınları ve koşan gençlerini
Aydınlığa açılan pencereden görüyorum…
Senfoni orkestrasının seslerine karışan alkışları, kemanların yaylı çalgıların seslerine karışan kuş seslerini duyuyorum…Sanat yapıtını, sanat günlerini, yok etmenin çıtayı yükseltmek adına bir şeyler yapmak isterken engellenmenin insanlık suçu olduğunu yazmak istiyorum duvarlara…

Her zaman duymak istiyorum kentimizin semalarına yükselen Carl Orff’un ölümsüz sahne kantatı “Carmina Burana”nın nağmelerinden dökülen “Her varlığın yaratıcısı doğadır, kaderlerin bile” teması üzerine insanın alın yazısının yükseliş ve alçalışlarını anlatan nağmeleri…
Alkışlıyorum nağmeleri seslendirenleri, küçücük  mekânlarda gerçekleştirilen  bu dev başarıları…

Okunmuş ve duyulmuş sözlerin peşinden koşar adım gidiyorum işte…
Okunmamış ve yazılmamış yazı ve şiirlerimle geliyorum işte…

Düşçe kalın…