Gülşah Durbay son yolculuğuna uğurlanıyor
Gülşah Durbay son yolculuğuna uğurlanıyor
İçeriği Görüntüle

İlkokuldaydım, 50. Yılda okuyorum. Ailem anca ölüm döşeğinde olduğuma inanırsa okula göndermez. Aksi takdirde devamsızlık lüksüm olmadı hiç. Ara ara da hep hasta numarası yapıp şansımı denedim eğitim hayatım boyunca. Bir kere işe yaradı, işte o gün de kar yağdı Ödemiş’e. 99 yılı falan sanırım. Evdekiler hasta olduğuma inandığı için beni sokağa da salmadı tabi. Kartopu oynamak yalan oldu. Ama çocuksun, kolay pes etmiyor insan o yaşlarda. Evde Tek Başına’nın birincisi daha yeni vizyona girmiş. En azından noel ruhunu yakalamak adına balkonumuzda biriken karla kardan adam yapmayı düşündüm. Anneme havucumuz var mı diye sordum, ‘elma var’ dedi. Sokakta kartopu savaşı yapan çocukları izleye izleye elma yedim. Ertesi gün de erimişti zaten kar. İkinci kar yağdığında ise İstanbul’daydım. Üniversiteye yeni başladığım seneydi sanırım. Vizeden yeni çıkmışız. Ödemiş’e kar yağdığını duyunca ulan dedim gideyim. Tam bilet bakıyorum. Ev arkadaşım geldi yanıma “Tiyatro oyunu işi var birlikte gidelim mi?” dedi “İki oyuncu arıyorlar!” Oyunculuk bölümü olduğumuzdan böyle havadisler bir anda tüm kampüse yayılır, paraya ihtiyacı olan işi üstlenirdi. Velhasıl bu seferki bana denk geldi. İdealist ruhum ve tiyatroya olan adanmışlığım yüzünden kıramadım çocuğu. Adamı arayıp oyun metnini istedim. “Doğaçlama yapacağız karşim” dedi. Rollerimizi sordum. “Noel babayla palyaço var” dedi. “Tamam noel baba ben olurum!” kapattık telefonu. Şu an anlatırken bile kötü yola düşmüşüm gibi hissediyorum. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla yola koyulduk. Oyun Tuzla’da. 500 T diye İstanbul’un efsane bir halk otobüsü var. Üzerinde güneş batmayan hat falan diyorlar. Yani binenlerin jet lag olduğuna, yolda sakallarının uzadığına dair rivayetler anlatılıyor. Bahçelievler’de oturuyoruz. Bindik buna. Tuzla’ya varana kadar üç kere Ödemiş’e giderdim. Öyle bir yolculuktu. Neyse sonunda vardık. Adam geldi aldı bizi duraktan. Sahne, spot ışıkları, heyecanla bizi bekleyen minik seyircilerin arasına gitmeyi umarken, bir milyoncu açılışında bulduk kendimizi. O zamanlar gerçekten ne alırsan bir milyondu. Hatta bende çay kaşığı almıştım. Çünkü evde nereden geldiğini bilmediğimiz tek çay kaşığını dönüşümlü olarak kullanıyorduk. Neyse işte konuştuğumuz adam meğer organizasyoncuymuş. Tiyatro oyununa geldiğimizi sanırken oyuna geldik anlayacağınız. İnsanın “Bu ne rezalet! Ben aktörüm!” diyesi geliyor. Ama diyemiyorsun 500T’den yeni inmişsin. Ayaklarının üzerinde durmak sana dünyanın en büyük hediyesi o an. Sırf geri dönmemek için bile hayatı boyunca noel baba olur insan. Sonuç olarak noel baba kostümünü giydim, arkadaşım da palyaço oldu. Gelene geçene broşür dağıtıyoruz. Allah’ın palyaçosu bir enerjik ki sorma. Kulağımızın dibinde bangır bangır çalan papi çülo şarkısıyla Tuzla’da daha önce hiç yapılmamış dans figürlerini deniyor. Dükkanın önünden geçen kızlara laf atıyor, instagramını soruyor. Ben noel baba olarak daha ağır başlıyım tabi. Karlar altında kalmış memleketimi, Ödemiş’imi düşünüyorum. Efkarlanıp bir sigara yakıyorum bazen, geçenler “anaa noel baba sigara içiyor hehehe!” diyor. Beyaz takma sakalım sarardı sigara dumanından akşama kadar. Neyse nihayet bitti açılış, dükkan sahibi bizi çağırdı. Siz hiç palyaçonun gözyaşlarını gördünüz mü sevgili okur? Ben de ilk o zaman gördüm. Bu arkadaşımın gün boyu yaptığı taşkınlarından dolayı yığınla şikayet gelmiş. Önce benim paramı verdi patron, sonra arkadaşınkini uzattı. Arkadaş tam parayı alırken buna bir vurdu yanımda. Palyaço bir yana, kırmızı burnu öbür yana... “S*ktr git! Gelme bir daha buraya!” diye kükredi herif adeta. Amel defterini az önce kapattığı arkadaşım yerden bir süre kalkmayınca onun yevmiyesini de bana uzattı. Aldım. Adam haklı bence. Güç bela ayağa kalktı palyaço. Patron dilini iki dişinin arasında sıkıştırıp “mınısıktimin” gibi muhtemelen küfür olduğunu düşündüğüm bir sözle tekrar palyaçoya vurmak için elini havaya kaldırdı. Ama acıdığından mı bilinmez, ikinciyi vurmadı. Kostüm emanet olduğundan arkadaşım çıkarken palyaçonun burnunu almak için yere eğildiği sıra g*tüne de bir tekme yedi. Dışarı çıktık. Gözleri dolmuştu palyaçonun. “Dayıma taratıcam bu dükkanı!” dedi. Kostümleri teslim ettik. Meçhule giden bir 500 T’ye bindik. Hemen ilk bulduğumuz boş koltuğa çöktük. Arkadaşım oturur oturmaz poposunun acısıyla “Keşke palyaço burnunu almasaydım” dedi. Keşke dedim. Eve döndüğümüzde Annemi aradım kar yağıyorsa ertesi güne bilet alacağım çünkü. Durmuş maalesef. “Evde havuç var mıydı?” diye sordum, “Elma var” dedi.
Ödemiş’e neden kar yağmıyor sevgili okur? Yeni yıl ruhunu anca böyle yakalayabileceğimize inanıyorum. Oysa az önce köpeğimi yürüyüşe çıkardım. Hala şortla sokağa çıkabiliyorum. Ben neden Aralık ayının ortasında, sitede ele güne karşı şortla geziniyorum sevgili okur?! Mevsim kış! Yeni yıla sayılı günler kaldı. Kırmızı geyikli kazağımla evde oturmuş, pencereme düşen kar tanelerini izleyip jıngle bells türküsünü mırıldanacağım yaşlardayım. Siz de böyle hissediyorsanız ve hiç bulamadığınız huzuru benim gibi şöminede, karda kışta arıyorsanız bunun başlıca sebebi Hygge felsefesi. Bitmek bilmeyen kışların ülkesi Danimarka’da halk soğuktan ve karanlıktan buhrana giriyor. İntihar oranları artıyor. Nitekim toplum dışarıdaki karanlıkla savaşmak yerine, evlerinde yaktıkları mumların ışığını sevmeyi öğreniyor. Depresyona girmemek için bir nevi psikolojik hayatta kalma stratejisi geliştiriyor anlayacağınız. Kısacası; Hygge felsefesi dışarıdaki dünyanın soğukluğuna, karmaşasına karşı, sevdiklerinle ya da yalnızken yarattığın o küçük, samimi ve güvenli huzur anlarına sığınma sanatıdır. Maliyetsiz bir mutluluğu temsil eder. Azla yetinmeyi öğütler. Ancak medya ve kapitalizm bu Hygge’yi bir alıyor eline, oran mı istiyor buran mı istiyor. İçinden geçiyor sevgili okur. Nasıl mı? Her üç noel temalı filmin ikisinde muhakkak dağ evlerinde, ahşap kulübelerde yaşayan aileler görürüz. Ateşle ısınırlar, yünle korunurlar. Bunlar hep primitif sahnelerdir. Türkiye’de de aynı şartlarda birçok aile mevcut, hepsinin yeşil kartı var. Ama bu filmlerdeki insanlar 500 dolarlık kaşmir battaniyeler örtünür, evdeki mumlar, şömine, aplikler kısacası her şey Aesthetisized Poverty’dir. Yani estetik hale getirilmiş yoksulluk. Canın yoksul olmayı çeker sevgili okur. Nitekim bir yılbaşına menajerimin dağ evinde girdim. Ömrü hayatımda ilk kez şömine gördüm. Odun toplaması, o şöminenin yanması o kadar meşakkatli şeyler ki oraları geçiyorum. Affedersiniz g*tüm dondu gece boyu. Çünkü sen şömineye hangi tarafını dönersen o tarafın ısınıyor. Öyle illet bir icat. 500 dolarlık kaşmirle it gibi titreye titreye girdim yeni yıla. Bize yorgan döşek lazım sevgili okur. İnşallah doğalgaz gelmiştir oralara. Abanacaksın kombiye, televizyondan şömine tv’yi de açtın mı? (433’üncü kanal) al sana noel.