Türkiye, 2002’den bugüne büyük bir değişim yaşadı şüphesiz. Yaşanılan süreci salt ‘AK Parti karşıtlığı’ olarak değerlendiren ve bu pencereden bakan ülkem insanının söz konusu süreci eğriye eğri, doğruya doğru düsturu ile değerlendirmesini bekleyemeyiz elbette. Ancak bu noktada, herkesin eleştirilebileceği bir hakka sahip olarak bazı noktalara değinmek istiyorum.
Türk insanının, elbette ki benim de bazı Türklüğe has genlerim var. Bizler, tıpkı birçok araçta ekonomik olması sebebiyle kullanılan ‘gaz’ la çalışıyor, ‘gaz’ la yaşıyoruz. Bunun adı olsa olsa ‘Türk Gazı’dır. Bir konuda birbirimize gaz veririz, bu gazla da yapamayacağımız yoktur. Futboldan, basketbola, siyasetten, mahalle kavgasına, haberden, her türlü istibdada kadar gazı aldık mı, tutabilene aşk olsun.
Her konuda olduğu gibi elbette siyasette de, siyasal politikaların her detayında da bu gazın etkisi büyüktür. Nasıl ki Galatasaray ya da Fenerbahçe gibi bir kulüpte oynayan bir futbolcu, sahada terini dökmekten öteye, takımının her şeyi gibi davranırken, ezeli rakibi bir başka kulübe transfer olduğunda, ‘Ben doğuştan bu takımı tutuyorum, damarımı kesseniz, filanca renk akar’ gibi söylemlerde bulunabiliyor, o kişi biliyor ki bu ‘gaz’ taraftar üzerinde kendisini sahiplenmek adına büyük etki gösterecek. Aynen öyle de siyaseten önder, lider konumunda olan insanlar da sırf kitlesini diri tutabilmek adına, neredeyse tüm konularda iktidara yüklenerek eleştirebiliyor.
Gazı alan kitlelerin içerisinden bir aklıselim de çıkıp sormuyor ki, ‘Yahu bunların hiç doğru bir yanı yok mu?’. Gerçi sorsa bu sorunun cevabı da belli: ‘Her şeyleri yanlış,  bizim dediğimiz doğru, biz gelip doğrusunu yapacağız’. Peki, bu süreçte yapılan az bile olsa, doğrunun hakkını kim verecek?
Geçtiğimiz gün Tire’nin Ortapark olarak anılan Cumhuriyet Meydanı’ndaki bir kafede çay içerken, etrafı, gelip geçen araçları izledim. İnanın araçların sayısına ve markalarına şaşırırsınız. Diyeceksiniz ki, ‘Fakirleri görmüyor musun?’. Görmez olur muyum? Asgari ücretten 50 ya da 100 TL gibi bir miktar fazla ücret alan 3-5 tanıdığımın her birinin araba bindiklerini gördüm. Eşiyle birlikte asgari ücretle çalışan bir arkadaşımın 6 yıl önce krediyle aldığı evlerinin borçlarını bitirdiklerini gördüm.
KOBİ kredileriyle ve destekleriyle üretim atölyesi açan birçok insan gördüm. Bunun yanında kazandığı üç kuruş parayı elektrik, su, ev kirası gibi ödemelerini yapmayarak barda, pavyonda yiyen insanları da gördüm. Babasından kalan maaşın yanı sıra annesine baktığı için ayrıca 500 TL bakım ücreti alan insanların yaptıkları harcamaları ve yüzündeki gülümsemeleri gördüm. Haa, yine aynı şekilde üç engelli çocuğu için aldığı parayı beğenmeyen, ancak her gün bu parayla rakı masasına oturup aldığı paranın yetmediği yönünde şikayet eden insanları gördüm.
Kendisi gibi öğretmen eşiyle birlikte aldıkları toplam 5 bin TL maaşı bir türlü yetiremedikleri için devlete veryansın eden, kendi çocuklarını yetiştirmekten aciz iken bizim çocuklarımıza sözüm ona öğretmenlik yapan insanları gördüm. Devletin verdiği maaşı hak etmesi gereken saatte, devletin verdiği bilgisayarla, devletin verdiği klimanın soğuttuğu sınıfta, devletin ödediği elektrikle, devletin ödediği elektriği kullanarak, sosyal paylaşım sitelerinde alenen iktidara söven, muhalif siyasi söylemlerde bulunan eğitimcileri gördüm.
İktidarın sıfır faizli hayvancılık destekleme kredilerinden halkın faydalanamadığını öne sürerek oy vermemeleri için köylüye ajitasyon yapan, bunu yaparken de aynı imkandan yararlanarak çiftliğini ineklerle dolduran muhalefetin önde gelen partisinin ilçe başkanlarını gördüm.
Türkiye’de iktidar IMF kapılarında beklediğimiz, iflas ettiğimiz günlerden, Türkiye’yi kriz çıkartmayan, çıkarılan krizlerden de kısmen etkilenen bir ülke konumuna taşırken, ekonomiden sağlığa, eğitimden tarıma, ulaşımdan adalete, birçok konuda Cumhuriyetin tarihine bedel bir değişim yaşatırken, bizlerin de göbeklerimizi büyüttüğümüzün dışında, zihinsel olarak da değişime ayak uydurmamızın zamanı gelmedi mi?
Dün Türkiye dendiğinde burnunu kıvıran başkaca ülkelerin halklarının, bugün ülkemizin başbakanını cumhurbaşkanını miting gibi görüntülerle karşılamaları bazı şeyleri birilerinin gördüğü, bizim de aldığımız ‘gaz’ın etkisi ile birçok olumlu değişimi göremediğimizi ortaya koymuyor mu?
Bu satırları yazmaya çalıştığım anda, televizyondaki bir haber de gözüme takıldı. Türkiye’nin tam yirmi yıldır almaya çalıştığı Herkül heykelinin üst yarısını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’ye getirmiş. Üstelik ben sanattan öyle çok anlayan biri de değilim. Tek bildiğim, heykelin altı Antalya’da, üstü yurtdışında. Yirmi yıldır da alamamışız. Bu iyi bir şey mi kötü mü? Güç mü güçsüzlük mü? Uzlaşma mı teslim olma mı? Biraz da gaz almayı bırakıp, insanların milli ve manevi değerlerine saygı çerçevesinde doğruya doğru diyebilecek kıvama gelmemizin zamanı gelmedi mi?
Yoksa birilerinin önce dediği gibi, ‘Başörtüsü problemini ben çözerim’, sonra da ‘O iş bu kadar kolay değil’ demenin hesabını veremeyen insanları Cumhuriyet kadar köklü bir partinin başında görebilmek bu kadar basitse, o partinin siyasi anlayışı ve ülke sorunlarına bakışı da bu kadar basit olur. Sığ olur.
Birileri Arap Baharı’nda dünyaya liderlik dersi verirken, birileri hala bu ülkeyi, kendilerinin el pençe durduğu IMF kapısında zannediyor herhalde…
Ne diyelim o zaman, onlar bu baharı göremezse,
bir başka bahara…