Benbindi Rumi. Alâaddin gittikten sonra uzun süre ağzını bıçak açmadı. Beraber karla kaplı avluya çıktık. Soğuk ve kasvetli bir geceydi. Havada bir ağırlık, bir tuhaf durgunluk vardı. Orada öyle durup gümişi topakları andıran bulutları izledik; etrafta ürpertici bir sessizlik…
Rüzgâr uzaklardan misk ü anber ve bağlarda kurutulan elmaların kokusunu taşıyordu. Bir an herhalde ikimiz de zihnimizden bu şehri ilelebet terk etmeyi geçirdik.
Yapamadık.
Şarap şişelerinden birini aldım. Kar altında kalmış, güllerini çoktan dökmüş, safi dikenden ibaret dımdızlak ve cıpcılız bir gül ağacının yanına çöktüm. Başladım şişedeki şarabı toprağa dökmeye. Rumi’nin gözleri şaşkınlıkla parladı; ardından bir ılık tebessüm yayıldı yüzüne.
Ağır ağır can bulmaya başladı gül ağacı, kabuğu insan teni gibi yumuşadı. Gözlerimizin önünde tek bir gül tomurcuklandı, turuncu bir müjde gibi açıldı.
Derken ikinci şişeyi aldım, aynı şekilde onu da toprağa döktüm. Gülün turuncu rengi bu kez daha bir canlandı, ışıl ışıl lâl oldu. Şişenin dibinde ancak birkaç yudum şarap kalmıştı. Bunu kadehe boşalttım. Yarısını içtim, kalan yarıyı Rumi’ye uzattım.
Titreyen ellerle kadehi aldı; nezaketle, temkinle kabul etti sunulanı. Ömrü hayatında ağzına içki sürmemiş bu âlim şimdi benim için, bana ve dostluğumuza inandığı için kadehi kavrıyordu.
 “Dinin şartlarına uymak önemlidir” dedi. Ama insan, kuralları özden, parçaları bütünden daha fazla önemsememeli. İçki içen insan içmeyenleri, içki içmeyense içenleri küçümsememeli. Bugün bana ikram ettiğin kadehi bu şuurla içiyorum ve bütün kalbimle inanıyorum ki, aşk sarhoşluğunda ayıklık var.”
Rumi, tam şarabı ağzına götürecekti ki; kadehi elinden aldığım gibi yere çaldım. Kızıl şarap bembeyaz kar üzerinde kan lekesi gibi saçıldı.
 “Sen içme” dedim.” Bu kadar yeter. Göreceğimi gördüm ben.” Artık bu imtihanı devam ettirmeye gerek yoktu.
Rumi, meraktan ziyade muhabbetle sordu: “Madem bu meyi içirtmeyecektin, daha ilk baştan neden beni meyhaneye gönderdin?”
 “Nedenini bilirsin” dedim gülümseyerek. Biz Sufiler nafile ibadet ya da riyazat yoluyla değil; şeklen, cebren, yahut göstermelik olsun diye değil; sadece aşk ve cezbe ile bağlanırız Allah’a.”
Otuz ikinci kural: Aranızdaki perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma!
İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!
Rumi’nin şahsiyetini öteden beri takdir ederdim. Ama bugün ona olan hayranlığım katbekat artmıştı.
Bu kavanoz dipli dünya, binbir gölge oyunu oynanan bu parıltılı ve tantanalı sahne, paraya pula, mala, makama,
Ünvana ihtişama aldanıp kanan cins cins oyuncuyla doluydu. Ne kadar zenginleşirlerse o kadar muhtaç oluyorlardı paraya. Ne kadar yükselirlerse, daha bir aç oluyorlardı terfi etmeye. Fesat ve hasetle, zillet ve kibirle dünya malını kendilerine kıble yapıyor, nesnelere kul oluyorlardı. Bilerek ya da bilmeyerek. Şuurla ya da şuursuzca.
Herkes dünyevi hırslar merdivenini üçer beşer çıkmak için birbirlerinin omuzlarına basa dursun, çoktan zirveye varmış, küp küp altına, kat kat şöhrete, binlerce hayrana ve bilginin en alâsına nail olmuş bir kimsenin günün birinde aniden mevkiinden feragat etmesi, inanç uğruna izi sonu belirsiz bir içsel yolculuğa çıkması, hatta itibarını çar çur etmesi…İşte bu pek duyulmadık, rastlanmadık bir şeydi. Mevlâna’nın yaptığını yapabilen, yükselmişken alçalmayı, kazanmışken kaybetmeyi, hocayken öğrenci olmayı göze alabilen insan, parmakla sayılacak kadar azdı.
 “Allah kibiri sevmez. Tevazu sahibi olmamızı ister.” diye ekledim. “Bu yüzden en haklı olduğumuz konularda bile üstünlük taslamamalı.”
Rumi ahenkli bir sesle katıldı: “Ve O, aynı zamanda bilinmek ister. Bu sebepten temkinli, dengeli ve ölçülü olmak ve daima ayık durmak, sarhoş dolaşmaya yeğdir. Sufinin gönlü hep uyanıktır.”
Hakkı vardı.
Gece taptaze, tatlımsı bir kokuya bürünmüştü. İçim vecdle doldu. Hava giderek soğuyordu. Orada, yan yana, ayz bastırana dek avluda bir başımıza, aramızda katmer katmer açılmış bir gül dalıyla oturduk ve uzun süre sustuk.
Hamiş: Şems’i Tebrizî’nin 40 kuralını
Bir sonraki yazımda sunacağım.