Hani yurttaşın ömründe bir kere mahkemelik işi olur da, nerede bir mahkeme lafı açılsa, hemen o anlatılır ya; bu da ona benzer. Ama, bu kez anlatılan mahkeme değil, hastane öyküsü. Kısa bir ipucu vermek gerekirse konu, komşumuz Leyla teyzenin apandisit ameliyatı. Eve geldim, Leyla teyze bizde. Hanım her zaman olduğu gibi dinlemede. Çok ilginç bulduğundan mıdır, saygısızlık olmasın diye mi bilmem, sus dinle, işareti yaptı. Dinliyoruz:
                                                …
Akşamdan kulağıma eğile eğile on beş kez söylendi ya, sabah ağzımdan susam tanesi girmedi. Yine her sabah olduğu gibi sarı saçlı hemşirelerden biri kapının eşiğinde belirdi. Bu sarı saçlıların daha güleç yüzlü olanı, daha bir güzelcesi. Dedim ya hani, ebe Kadriye’nin başyapıcıda çalışan torununa benzeyeni. Ah Kenan ah. Sen doğunca erkek doğurdum, diye kubarlanan o anan olacak kadında kabahat. İnsan, çocuğu kimlerin peşinde dolaşıyor, kimlirle düşüp kalkıyor, araştırmaz mı, izlemez mi? Sonunda böyle olur işte.  O karanlık suratlı gelinle, bohçacı kılıklı dünür de çok bile anana ya; şimdi oralarına girmeyelim.
                                                …
Hemşire birkaç kez çağırmış, benim gelinle olup bittiğimden, duymamışım. Bu kez sesi biraz yüksekçe çıktı:
- Müyesser teyze, haydi, herkes seni bekliyor!
Bak şimdi! “Yavrucuğum o Müyesser de nereden çıktı!” diyecektim az kalsın. Öyle ya, ben o Müyesser adıyla çağrılmayalı altmış yılı geçti. Gelin olduğumda on beşini henüz bitirmiştim. O gün bu gündür Leyla aşağı Leyla yukarı. Kimse Müyesser demez. Bilmezler çünkü adımın kütükte Müyesser olduğunu. Ben unuttum neredeyse ayol. Kırk yılda bir İsmet Paşa’ya oy vermeye gidecem de, ya da evde kaç baş yatar kalkarız sayıp dökmeye gelecekler de, ben Müyesser diye bir adım olduğunu anımsayacam.
Ama, şu da var, beni hökûmat kapısında da Leyla bilmezler. Öyle, rahmetli Hüsnü gibi “Laylaaa” da demezler haa!  Kibarca “Müyesser Hanım”, Müyesser abla” derler.
                                                  …
Bu adın öyküsü de çok anlamlıdır. Babacığımın çalıştığı fabrikanın muhasebe servisinde bir Müyesser Hanım varmış. Güzellikse güzellik, kibarlıksa kibarlık, ara sıra birlikte gördüğü zamanlarda fark edermiş ya kocasına saygıysa saygı da ondaymış. O zamandan kafasına koymuş babacığım, “Kızım olursa adı Müyesser’dir” diye. Öyle de olmuş. Adım hazır olduğundan ilk çocuğunun oğlan olmayışına bile hiç üzülmemiş babacığım.
                                                     …
Adımın Leyla’ya dönmesi gelin olduktan hemen sonra oldu. Bizim rahmetli Hüsnü;  adından başka iyi yanını göstermezdi ya, nur içinde yatsın. Kaynanam beni görüp beğendiği gün pusuya yatmış beklermiş, adımı değiştirmek için. Neymiş efendim? Onların mahallesinde bir cadı Müyesser varmış, bunu bahçede erik çalarken yakalamışmış da, eşek sudan gelinceye kadar pataklamışmış. Benim adımı duydukça da yediği dayak aklına geliyormuş. Şimdi bu adı değiştirmesin de ne yapsınmış. Eh artık, yeni gelinlik mi dersiniz, el kapısı mı dersiniz, sesimi çıkaramadım.
Çok sonra kendi ağzıyla itiraf etti; Leyla Sayar’a hayranmış bizim rahmetli. Adımı ondan Leyla olsun, istermiş. Öyle kötü bir Müyesser de yokmuş aslında. Yollarının üstünde bir Müyesser Hanım varmış ama, gelir geçerken ceplerine meyvedir, şekerdir yiyecek doldururmuş. Çok iyi, sevilen bir kadınmış.
                                                    …
Leyla teyzenin saati dolmuş olmalı, kalkmaya yeltendi. Tam kapıdan çıkacak, bu kez bizim hanım meraklandı:
- Peki apandisit ameliyatınız nasıl geçti?
Leyla teyze apandisit deyince şaşırdı:
- Apandisit ameliyatı olduğumu söylemiş miydim? Bir sarışın hemşire vardı. Yaşı, boyu, güler yüzlülüğü. Aah…