Aynı köyden olmamıza rağmen tanışmazdık. Rastlantı sonucu aynı işyerinde çalışmaya başlayınca çok iyi arkadaş olduk.
Halim; çok çalışkan, sorumluluk sahibi, hiç bir işte tedbiri elden bırakmayan biri. Öyle ki, sabah işe geç kalırım diye akşamdan yarım saat bir saat fazla çalışır, ertesi gün yapacağı işleri azaltır. Çantasından iğne ipliği, bir paket bisküviyi eksik etmez. Yıl oniki ay yanında şemsiye bulundurur, nüfus cüzdanı gibi.
Düzenli çalışmanın ödülü olarak fabrikanın verdiği bir haftalık tatil ikimize çıkınca arkadaşlığımızı daha da pekiştirme şansı doğdu. Bir hafta tatil. Bir kuruş masrafı yok. Yol parası bile fabrikadan. Koskocaman da tatil sitesiymiş. Ye iç, gez toz. Gel keyfim gel.
                                           …
İlk gün akşama doğru vardık siteye. Tam da yemek saatine rastlamışız. Koca bir salona girdik, ortada büyük bir yemek bahçesi. Yüz kırk çeşit yiyecek, içecek. Yemekler, salatalar, tatlılar, içecekler, ne isterseniz; sıcak soğuk.
Bizim Halim tedbirli çocuk dedim ya “Mehmet abi sen dur, ben önce işi sağlama alayım” dedi kayboldu. Bir kaç dakika sonra, elinde kucak dolusu ekmekle döndü. Tam yedi tane “Bunlar ne?” dedim. Tedbirmiş. Bunun gecesi varmış, sabahı varmış.” Sağdan soldan görüp ayıplamasınlar, diye altısını geri götürdüm.
Yoldan geldik ya, doymayacakmış gibiyiz. Tepeleme yiyecek, içecek doldurduk. Ye babam ye. Ama yesek ne olacak, çoğu kaldı. Bir tanecik ekmeğin bile yarısını yiyemedik. Biz çayımızı içerken görevli çocuklar, çöp torbalarına boşaltı boşaltıverdiler güzelim yemekleri, tatlıları. Açık mutfak, açık israf.
                                           …
İlk gün geç gidince fark etmemişiz; ortalıkta her ülkeden insan varmış. Çoğu Avrupalı; sarışın sürüsü neredeyse. Yalnız, bizden pek kimse yok. İnsan kendisini yabancı hissediyor. 
Halim, bu kadar sarışına ilgisiz kalınmaz dercesine bir kızla bakışmaya başladı. Sağa döndü sola döndü, olmayacak, kalktı gitti kızın çevresinde bir dolaştı, geri döndü:  
- Yahu, kız Alman. Şanssızlığı görüyor musun?  
- Ne olmuş Alman olmuşsa? 
Ne olmuşu yokmuş oysa; bizim Halim ortaokulda, lisede yıllarca İngilizce okumuş.  Gerçi “Çocuk koştu koştu koştu, denize düştü boğuldu” anlamına geldiğini söylediği “The baby is dıgı dıgı dığı, clup glu glu glu” dışında dört başı mamur tümce kuramıyormuş ama yine de en az elli altmış sözcük varmış aklında. Kız İngiliz olsa bunlarla bile iş tamammış. Üzüldü, “Şimdi, ne işe yaradı bu yabancı dil bilmek!” dedi durdu.
Aslında böyle durumlarda umutsuzluğa düşmemek gerek, her şeyin bir çaresi bulunur; “Sen de Türkçe’yi Almanca’laştırırsın olur, biter” dedim; durdu bir düşündü. Aklına yatmış olmalı, soluğu yine kızın yanında aldı. Adını öğrenmiş, Helga’ymış. Halim, “Var memleket neresi olmaklayn?” diye de Almanca bir soru sormuş. Kız yetenekli, gelir gelmez Türkçeyi sökmüş; “Ben olmak var Bavyeralı” demiş.   
- Sen kendini tanıtmadın mı? dedim.
 Tanıtmış; “Ben de Bayındırlı’yım, Furunlu Köyü’ndenim” demiş. İlini söylemeyi akıl edememiş heyecandan.      
Ben yine de içimden; “Güzeel” diye geçirirken, duymuş gibi:
- Güzel de, dedi, kız bir soru sordu, şaşırdım kaldım: “Kimlerden olmak var sen, Furunlu?” diyor. Tanıtmaya çalıştım. Tanımış gibi başını salladı. Ecnebi kızı, nerden bildi ki? Bu kız çok bilgili galiba, bizim köyü bile bildikten sonra. Alamancayı biraz daha geliştirsem, neler anlatacak kimbilir.
Gerçekten Alman kızı Helga’nın Halim’e “Furunlu’dan kimlerdensin?“ diye sorması şaşırtıcı.
-  Halim, dedim. Söylerlerdi de inanmazdım. Bu batılılar var ya bizi uzaydan izliyorlar. Kent kent, köy köy, ev ev. Sor, annenin kızlık soyadını da bilsin. Sor, kaybettiğini sandığın eski nüfus cüzdanının hangi ceket cebinde olduğunu bilsin.
-  O kadar da bilir mi abi.
-  Durum ortada!  Bence bu kız ajan, vazgeç en iyisi. 
Meğer ateş bacayı sarmış, sözlerim hiç hoşuna gitmedi. Yüzünü kararttı:
-  Her güzelin bir kusuru vardır abi ya!
                                               …
Bizim oğlan kızın akıllı ve yetenekli olduğunu gördükçe daha bir bağlandı.  Tutturdu evlenme teklif edeceğim, diye. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur, derler ya,  koşa koşa yine kızın yanına gitti.
Dönüşte heyecanı bir kat daha artmıştı. 
 -  Nasıl geçti? dedim, harikaymış.
Kıza evlenme teklif etmiş, kız da kabul etmiş. Yalnız işi biraz daha ileri
götürmüş, ailesinin kabul etmesi için, müslüman olması gerektiğini söylemiş. Kız bunu da çok olumlu karşılamış; “Ben var müslüman olmak, türban takmak. Bunu siyasal simge yapmak” demiş.
-  Nasıl abi, dedi. Şu kültürün zenginliğini, şu imanın gürlüğünü görüyor musun?            
-  Gördüm de, dedim. Ilımlı İslam dememiş, mahalle baskısından bahsetmemiş.  Bu haliyle eksik.
Halim iyice gönlünü kaptırdı ya, artık her şeyini savunuyor.  Hatta Helga’ya, imam gelince hazır olsun diye kelimeyi şahadet getirmeyi öğretmeye kalkışmış iki dedirtmemiş, fatiha suresini okumaya kalkışmış, ağzından alıp okuyuvermiş.
-  Akıl küpü, dedi, akıl küpü. Bir kez söyle, öğreniyor. Hatta, öğretmeden bile biliyor.
                                                          …
 Baktım Halim telefona sarılmış, babasını arıyor: 
-  Bubaa, tez anamı, Hatça yengemi al gel!
Kızı bir kez de anasına, babasına gösterecek. 
-  Ananı babanı anladık da, Hatça yengeyi niye çağırdın?  
-  Bizim sülalede böyle işleri o bilir.  Akıllıdır, beceriklidir Helga gibidir. Üstelik herkesi tanır.
                                                 …
Ertesi gün öğleye doğru misafirler geldi. Halim bir koşu Helga’yı buldu; hep birlikte çay bahçesindeyiz. Halim babasını, annesini, Hatça yengeyi tanıttı. Helga hepsine gülücükler dağıtarak memnuniyetini belli etti. Sıra bana gelip “Bu da ağabeyim olmak” deyince, Halim’in yüzüne dikkatle bakıp “Ben seni evin tek oğlu bilmek var!” deyince,   Halim hemen düzeltti, “Abi gibi sevdiğim arkadaşım olmak.”
 Konuklar Helga’yı çok sevdiler. Ama o sırada orta yaşlı bir bayan masamıza yaklaşıp Helga’ya: 
-  Sana kafileden ayrılma demedim mi Ha Cer! diye bağırıp uzaklaştı gitti.
Doğal olarak akli dengesi yerinde olmayan biri olduğunu düşündük. Ne demekti o öyle, yabancı turisti azarlayıp, üstelik de ne anlama geldiği belli olmayan “Ha Cer!” diye hakaret etmek. “Helga” dese, neyse.   
Bu arada Hatça yenge de Helga’ya dikkatli dikkatli bakıp, sormaz mı:
-  Gı sen bizim Bıdık Mısdıva’nın okuyan gızı Hacer demisin?  
Helga bu soru üzerine ne denli yetenekli olduğunu bir kez daha gösterdi. Türkçe’yi tam öğrenmiş; hem de Furunlu Köyü ağzıyla Hatça yengeyi yanıtladı:
-  Ha oyum Hatça yenge. Köyledi ne va ne yok?