Bir delilik ettim: Knossos’u rehbersiz gezmeye kalktım. Gelmeden önce dağarcığımdaki bilgilerin üstüne bir de elimdeki kitapları hatmettim ama yine de doğru dürüst bir tur olmadı. Yorgo’nun Knossos’a iki gün sonra turu var ama beklemek istemedim. Amma velâkin; anladım ki Knossos, bizim Troya gibi rehbersiz gezilmez ve elinde kitap bile olsa kendi kendine tur yapılmaz… İllaki orayı iyi bilen biri anlatacak, sen dinleyeceksin; sorun varsa yanıtlanacaksın çünkü her binanın ayrı bir hikâyesi var. Aksini yaparsan taşlar sana sen taşlara bakarsın.
En iyisi Yorgo’nun turunu beklemek ve onu dinlemek. Knossos’tan ayrılıp adanın doğu kısmını keşfe çıkıyorum. Girit yaklaşık 250 km uzunlukta ve 50 km genişlikte bir ada. Üç günde adanın dörtte üçünü tavaf etmeyi planlıyorum. Normalde dört günden önce zor. Ben uykudan ve yemekten feragat ederek zaman ve dolayısıyla da para tasarrufunda bulunmak istiyorum. Heraklio kenti kuzeye bakıyor, sahili de kuzeyde. Benim yön sorunum var. Sahili kuzeye bakan tüm kentlerde, tersime dönme gibi bir problem yaşıyorum. Örneğin; askerliğimi Gölcük’te yaptım; aynı sorunu orda da yaşadım ilk günlerde.
Lumbar Ağzı’ndan (Karacılarda ‘nizamiye’) girdim içeri. Denize dönükse yüzün solun doğu, sağının batı olması lazım ama değildi. Batı solumda, doğu ise sağımdaydı. Ters-yüz olmuştum resmen. Toparlayıncaya kadar bir-iki gün geçmişti. Misal bugün Kıbrıs’ta tur yaparken bilhassa Girne’de; yine aynı sorunu yaşıyorum. Derken burada da aynı olay başıma geliyor. Tek Karadeniz’de pek mesele yok. Nedeni bilmiyorum ama belki daha sık geldiğimdendir ya da alıştım diyelim.   
Sitia, Girit adasının doğu kısmında bir yerleşim. Ağustos ayında üzüm festivali yapılıyor. Agios Nikolaos ve Plaka diğer kıyı yerleşimleri ve buraların dağ yamaçlarından manzaraları çok güzel. Etraftaki zeytin ağaçları hem görsellik hem de mutfak kültüründe başrol oynuyor. Girit’in delicesi meşhur. Papatya, sabah kahvaltıya delice zeytini çıkardı. Hımmm, mükemmeldi. En çok zeytini ben yedim sanırım. Elounda şirin bir kasaba ve kıyı güzelliğiyle ön plana çıkıyor. Plajı kalabalık değil. Çok betonlaşma yok. Olous ve Spinalonga görülmeye değer yerler. Yalnız tekneyle gidiliyor. Yerleşim yok. Eskiden burası cüzamlıların getirilip bırakıldığı bir adaymış. Şimdi sessizliği tercih edenlerin yeri. İşin olmayacak burada bir gününü geçireceksin.
Zaman yok ve ben çok bakir, mavi suları arkamda bırakarak Plaka’dan Skinias ve Neapoli yönüne, rampa yukarı tırmanıyorum. Son dönemeçten önce dönüp arkama son kez bakıyorum. Manzara muhteşem. Engin bir mavi ve ona eşlik eden bir hafif bir yeşil. Arkadaki dağ sıraları denize paralel. Dağ-bayır keçi dolu. Bu keçilerin rengi bizimkilerden farklı. Daha boz kahve. Anne sütüne en yakın sütmüş keçi içilebilir sütler içinde. Peynirinde kazein var ki vücut için çok değerli. Anne sütüne yakın bir diğer süt de eşek sütüymüş bu arada. Neyse, keçilerin arasından tekrar Plaka’ya geri dönüyorum. Oradan da Heraklio’ya. Sabah erkenden Hanya’ya doğru yola çıkacağım.
Bugün yolculuğum batıya. Geropotamos Köprüsü’nün altında küçük ama güzel bir sahil var. Zaman olsa burada yüzmek, serinlemek lazım. Aslında Knossos’a gitmesem daha iyi olacaktı. Resmo (Retymno)’da konaklama yapacaktım yoksa. Kısa bir mola veriyorum zira hava kararmadan Hanya’ya varmalıyım. Olmadı dönüşte uğrarım Resmo’ya tekrardan. Resmo’ya girişte dağ yukarı bir manastır ve daha da üstte askeri bir müze var. Müze kapalı ama dışarıdaki toplar ve helikopterle idare ediyoruz. Resmo, kıyı sahili bizim Dikili ve Çandarlı gibi. Asfalt yol boyunca şehir merkezine kadar kumsal uzanıyor. Müze, Kale’nin hemen yanında; kapıya yönelmeden solda. İçindeki en kayda değer eserler dışı boyalı ve süslü Klazomenai tipi lahitler. Kalesi oldukça iyi korunmuş. Kale’ye giriş ücretli.
Şehir ilk kez 1533 yılında Türkler tarafından kuşatıldı. 1538 yılında ka­raya çıkan Barbaros Hayreddin Paşa tarafından yağmalandı. 1567 yılında Cezayir sal­dırısına uğrayan şehir, Deli Hüseyin Paşa serdarlığında bir buçuk ay süren bir kuşatmadan sonra alınarak Kasım 1646’da Osmanlı yönetimine katıldı. 19.yy.da meydana gelen ayaklanmalar sonunda Yunan Hü­kümeti’nin kontrolüne giren Girit Ada­sı Meclisi, 1909 yılında Yunanistan’a katılma kararı alınca, Resmo’daki Türk yönetimi son buldu. Bu durum 1913 yılında yapılan Londra ve Bükreş Antlaş­maları ile Osmanlı Hükümeti’nce res­men kabul edildi. Osmanlı yönetimi şehirden çekilirken şehrin 8 bin nüfu­su bulunmaktaydı.  
Hanya (Khania)’ya gelmeden Suda Koyu Harp Mezarlığı’na uğruyorum; bizim Gelibolu benzeri küçücük bir yer. Farkı burası 1939-45, yani II. Dünya Savaşı’ndan kalma. 15 dakika sonra Venizelos’un Evini’n önündeyim. Burası da kapalı. Evin önünde Venizelos’un heykelini dikmişler. Bilindiği gibi Elefteros Venizelos Yunanistan’ın Mustafa Kemal’i bir anlamda. Adam Yunanistan topraklarını misli misli genişletti arkasına İngilizleri ve İtalyanları alarak. Mustafa Kemal’le en büyük savaşlardan birini yapan da o ve yine Mustafa Kemal’i 1935’te Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteren de.
Hanya, Girit’in kuzeybatı kıyısında yer alan Kandiye’den sonra adanın ikinci büyük kenti. Şehir merkezine arabayla girmek çılgınlık. Merkeze yakın bir yerde park edip yürümek en akıllıca iş. Kentteki en can alıcı tarihi yapı kale olsa gerek. Osmanlı döneminde en son 1776 yılında onarım gören kale bir Venedik eseri. Hükümet Konağı 1865’de Gümrük Binası ise 1892 yılında yapılmış kent daha ticari bir kimliğe bürününce. Zaten bu yıllarda kent elimizden çıkmış.
Hanya’da akşam yemeği için tavernalar hazırlık yapıyorlar. Eğer akşam yemeğinizi meyhanede alkolle birlikte almayı düşünüyorsanız bizdeki sahil restoranları gibi Hanya’daki Eski Liman’ın içkili restoranları size göre. Tabi salyangoz kavurmalarını gördükten sonra içiniz kalkmazsa. Ben bunları gördükten sonra kendimi doğruca deniz kenarına atıyorum. Makrada bizim arapsaçı yemeğimiz ama ben hiç görmedim; görsem de bu saatten sonra yiyemem artık herhalde. Oysa çok severim.
Doğruca iç limana yöneliyorum. İlk önce camiyi ve ardından Deniz Müzesi’ni görmek için Kale’ye doğru seğirtiyorum. Sahildeki camii bugün resim galerisi olarak kullanılıyor. Hasan Camii, kentin kuşatılması sırasında Karay ilk ayak basan yeniçerinin adını taşıyor. 1970’lere kadar ayakta olan minaresi bugün yok ama mihrabı yerinde mi değil mi görmek için içeri giriyorum. Yoğun ilgimi merak edenler nerden geldiğimi ve ne iş yaptığımı soruyorlar. Kısa bir tanışma faslından sonra kendilerine mihrap üzerinde yer alan ayet-i kerimeyi okuyup anlamını açıklıyorum. İlgili ayetin devamında Meryem Ana’dan da bahsedildiğini söylediğimde ise şoke oluyorlar. Yalnız dikkati çeken orijinal yazıtlar ve kitabe yerinde duruyor. 
İkinci durağım Deniz Müzesi. Açılış-kapanış saatleri yönünden daha insaflı. Hafta sonu bile 10 saat açık. İçerde denizle ilgili yok yok. En çok ilgimi mayınlar ve torpidolar çekti. Müzenin balkonundan manzara muhteşem. Deniz Feneri ve dalgakıran ile karşı kıyı çok güzel görünüyor. Üst katta II. Savaş’ta yere çakılmış bir paraşütlünün cansız bedenini gösteren fotoğraf ile savaşta yitenlerin mezar taşı olarak dikilen miğferlerinin resmi ilginçti. Hızlıca gezdiğim müzeden 1,5 saatte ayrılabildim. Aslında bir saat daha isterdi.
Girit ile ilgili çoğu tanıtım kitabında Gyros yani Yunan döneri ile Souvlaki yani Yunan şişi tavsiye ediliyor. Bunlarda kullanılan et domuz. Bunun yerine stadyumun karşısındaki dönerci büfelerinde ister tavuk döner, ister daha-şiş ve kuzu eti yemekleri bulmak mümkün. Hem de bizim fiyatlarımıza yakın. Girit mutfağı zeytinyağı demek ama Yunan yemeklerindeki pişirme tekniği ve içine konan malzemeler bizden biraz farklı olduğundan her zaman alışık olduğunuz lezzeti yakalamayabilirsiniz. Mesela ben sarma-dolma denedim, pek beğenmedim.
Gerçi ben kolay yemek beğenmem. Nedeni ise, hep iyi yemek yapan hanımların elinden yemek yemiş olmamdır belki. Hayatımda dört hanım iyi yemek yapan hanım oldu: annem, ablam, eşim ve kayınvalidem. Hatta baldızı da ilave edebiliriz bu listeye. Eğer gurme olsaydım, bugünkü çoğu gurme gibi pahalı lüks restoran yemeklerini değil, gerçek Anadolulu yemek ustalarını överdim ayrıca. Marifet özene bezene hazırlanmış bir yemeği ve bir restoranı kritik etmek değil. Asıl olan acele, göz kararı ve el ayarı hazırlanmış bir yemeğin tadıdır. Anneminki, ablamınki gibi…
Giritlilerin bir yıllık zeytinyağı tüketimi, kişi başına 25 litreyi geçiyor. Sağlıklı bir insanın tüketmesi gereken miktarı aşmış durumdalar Giritliler. Ülkemizde ise insanımızın toplam yağ tüketimi 20 litrenin altında. Üstelik bunda zeytinyağı oranı oldukça düşük. İstatistikler en fazla 4 litre gösteriyor. Gerçi ben buna inanmıyorum çünkü ülkemiz insanı kendi ürettiğini tükettiğinden bazı bilgiler bu noktada sağlıklı değil. Yine de doğruluk payı var, yok değil.
Bu istatistiki sayının geri kalanının çoğunluğu margarin, sonrası ayçiçeği ve mısıryağına ait. Zeytinyağı ülkesi, Türkiye’de hala fazla oranda margarin tüketimi söz konusu. Ben bazen şaşıyorum; bu nasıl oluyor? TV’lerde hala margarin reklamı var, düşünün! Reklam da reklam olsa; kız margarini yiyince başlıyor deli gibi hareketler yapmaya; sözde aldığı enerjiden. Bir zeytinyağı ülkesinde margarin gibi saçma bir yağ olmasına mı şaşarsın, reklamın saçmalığına mı ya da buna kanıp, inanan tüketicinin zeytinyağı yerine margarin tüketmesine mi?   
Lafı uzattık yine; özür. Hanya’da, Stadyum’un arkasındaki caddede hesaplı oteller var. Temiz üç yıldızlar ve ülkemizdeki rakamlara yakın fiyatlarda konaklanabilir. Yalnız berisindeki boş ağaçlık alanda Çingeneler var. Arabanızı filan park ederken dikkatli olun. Bu arada Çingene deyince onca memleket gördüm; bizim Romen vatandaşlar hepsinden farklı. Hele Bükreş ve Üsküp Çingenelerinden sonra gel bizimkileri alınlarından öp. Hepsini değil tabi. Mesela Selçuk’ta yaşayan Romen vatandaşlarımız örnek yurttaşlarımızdır benim nazarımda.
Hanya’da konaklama tercihimi dediğim gibi yaptım. Sabah erkenden kahvaltı alıp yola koyuluyorum. İlk durağım Arkeoloji Müzesi. Sabah dokuzda açılıyor. Ben sekizi biraz geçe sokaktayım. Çevreyi bir de sakinken göreyim. Karşıdaki kilisenin çanları çan çan çalıyor. Düğün mü yoksa cenaze mi tam anlamadım. Müzedeki görevli çok nemrut bir adam. Fotoğraf makineme bile karışıyor. Defalarca beni neşriyatı yapılmamış eserlerin resimlerini çekmemem için sertçe uyarıyor. Yer mozaikleri ve pişmiş toprak heykelcikler harika. Burada pişmiş topraktan bir çift kadın memesi portresinin yapılma sebebini anlamadım. Adama da soramadım. Neme lazım! Bir zılgıt daha yemeyelim.
Yaklaşık bir saat sonra Resmo’ya tekrar geri dönüyorum. Amacım buradaki camileri araştırmak. Bir Yunan adasında cami aramak mumla iğne aramak gibi bir şey. Neden mi? Çoğunun minaresi yıkık veya kubbesi yok hatta kiminde gövde tamamen yok. Öte yandan camiyi öyle bir çepeçevre sarmalamışlar ki binaların arasından tutup çıkarmak ayrı bir zorluk. Camilerle ilgili hiçbir koruma ve tedbir mevzuatı olmayan bu ülkede camilerin durumu içler acısı. Cami görmek için en iyi yol sokak sokak gezmek, hatta sokak aralarını, bina arkalarını keşfetmek lazım. Göreceksiniz hiç ummadığınız yerde bir cami karşınıza çıkıverecek. Resmo’da kentte on kadar cami var deniliyor ama ben bir-ikisini zar zor görebildim.
Bunlardan ilki otoparkın tam sağında kalan minaresi gözüken ama kendisi görünmeyen camii. Diğeri bir 17.yy Venedik kilisesinden Osmanlılar tarafından batısına bir minare ilave edilerek camiye dönüştürülen Nerantzes Cami. Bunun için karşı sokağı dümdüz yürümeniz yeterli.  Buraya Loggia diyorlar çünkü daha çok konser amaçlı kullanılıyor. Yanındaki okul denilene göre eskiden Türk okuluymuş. Saat Kulesi’nden sağa doğru yürüyünce sokağın içinde bir diğer camiyi, park yerinden minaresi gözüken başka bir eserimizi görürsünüz.
Bu sokak içinde yürümek çok keyif verdi bana. Sanki o günleri yaşadım nedense cumbalı evlerin altından geçerken. Osmanlı boşuna çok uğraşmamış Girit’i elde etmek için. Haklılar da. Tek Osmanlı mı? Roma, Bizans, Venedik, Ceneviz. Herkes burada olmak istemiş bir şekilde ve bunun zorlu mücadelesini vermiş. Sonra da elimizden altın tepside geri vermişiz buraları. Dedim ya Venizelos. Ne de olsa buralı yani Girit-Hanyalı. Hanya, 1898-1908 arasında Yunanistan’dan ayrı bir devletçik aynı zamanda; Girit Cumhuriyeti olarak. Sonra Enosis’le birlikte Yunanistan’la birleşiyor.
Girit’ten şeftali ithal ediyormuşuz; Yılmaz Özdil yazmıştı. Şaka gibi. Oysa yazın şeftalinin kilosu Kuşadası’nda iki lira. Zaman geldi bir liraya kadar indi pazarda. Hem de Davutlar’ın şeftalisi. Selçuk’un kini unutmayalım. Eşsiz lezzet. Kilosu 1,5 TL. Alan satan yoktu. Hal böyle iken Yunanistan’dan şeftali almak niye? Yunanistan’da misal kriz var diyorlar. Bizde yok da başımız göğe mi erdi? Adamlar yıllarca kral gibi yaşamışlar şimdi kemer sıkma zor geliyor. Biz ise yıllardır kemer sıkıyoruz ve bir gün bile krallığımız olmadı. Doğruyu söylemek gerekirse deniz ve denizcilik konusunda Yunanistan’ın çok gerisindeyiz. Ücretler konusu biraz karışık hesaplama. Ne kadar kazandığın değil neyi ne kadar alabildiğin ve ay sonunda cebinde ne kadar kalıyor bu önemli. Şayet kalıyorsa.  
 
Her şeyden önce AB, Yunanistan’a dolayısıyla Girit’e ne vermiş, ne verememiş; artısı ve eksisi bunlar benim konum değil. Tuvalet temizliği, sokak ve caddeleri demiyorum ama şehirlerarası yolların çöpten arındırılması konularında biz sınıfta kalıyoruz. Özellikle ülkemizde yol kenarlarındaki atık plastik şişeler, tarla kenarlarında bir oraya bir buraya uçuşan naylon atıklar hususunda yol almamız ve acil çözüm üretmemiz gerekiyor. Plastik kullanımını sınırlamak ve geri dönüşüm, depozito uygulamasına başlamak olabilir.  Doğum kontrolü AB’den mi öğrendiler bilmem yalnız bizim Doğu ve Güneydoğu’da ciddi sorunumuzu göz ardı edemeyiz.
“Hanya-Konya” deyimini duymayan yoktur bunun da buradan geldiğini söylemeliyiz. Yalnız Hanya’nın köyü Gonya, dilimize Konya diye geçmiş. Fetih sonrası Konya’dan göç ettirilenlerden dolayı olabilir. Yunancada K ve H seslerinin telaffuzu ile bizim Türkçede aynı sesin telaffuzunu dikkate alırsak hele… Neyse yolumuz uzun. Hanya’ya veda etme zamanı.
Sürecek…