Türk lirası değer falan mı kaybediyor? Efendim geçenlerde Evrim Akın’a 200 tl borç verdim. Bunun üstüne belki 200 kere karşılaşmışızdır ama sohbetlerimizde nedense borç mefhumunun esamesi geçmiyor. Malum okuduğum meslekten mütevellit parayla işi olan insanlar değiliz. Güzel sanatlardayken “Tiyatroda para nasıl yok?”, “Aktörlük yaparak aç kalma 101” gibi zorunlu seçmeli derslerimiz vardı. Sanat yapmayı memuriyete benzetirim. Sabit gelir. Bu ay sanattan para kazanamadın mesela, önümüzde ki ay da kazanamayacaksın bunu bilip ilerisi için planlar yapıyorsun. Önünü görürsün yani sanat yaparak, esnaflık gibi değil. Bazı arkadaşlarım var bitcoin alıyor, satıyor, ekonomiye yön veriyor falan paranın köpeği olmuş. Bense para için instagramda karşıma çıkan “Para hesabına su gibi akacak bunu hemen kendine gönder onayla” manifestlerini yolluyorum dm’den kendime. Yatırım tavsiyesi değildir. Bakkala para üstü alacağı söylenmeden alışverişe yollanan, döndüğünde para üstü getirmediği için azarlanıp tekrar bakkala yollanan bir çocuk gibi iyi kötü geldim bu yaşa. Kısacası paradan anlayan biri olamadım hiç. Ama Evrim Akın’a verdiğim 200 liramın değerini artık biliyorum sevgili okur. Geri istemeye utanacağın, ama geri gelmezse de seni üzecek bir para bu 200 lira. Az gibi gözüküyor. Oysa kendi içinde bir değeri var. 1 filtre kahve içip yanına cookie alabilirsin örneğin. Ya da 200 farklı dilenciye 1 lira olarak dağıtıp kendini iyi hissedebilirsin. Kendimi kötü hissediyorum sevgili okur. Geceleri Evrim Akın’ı bir cafeye davet ettiğimi tam hesap ödeme faslı geldiğinde “aa cüzdan arabada kalmış sen öder misin? Ben sana sonra veririm” diyerek paramı kurtardığım planlar tasarlıyorum. Sonra starbucks’a gidiyoruz o benden önce gelmiş oluyor durduk yere filtre kahveyle cookie satın almak zorunda kalıyorum. Sigara içilen bölümde oturuyoruz. Sigara dumanını yüzüme üflüyor Evrim Akın. İşte böyle bir para 200 lira, belki yazımı okur da “Aa benim sana borcum vardı” deyip paramı geri verir diye metaforlara başvurmak zorunda bırakıyor insanı.
Efendim mesleğe yeni başladığım yıllar. Böyle cast ajansları var, oralarda yeni çekilecek reklam, film, dizilerin seçmeleri yapılıyor. Gidip istedikleri parçayı kamera önünde oynuyorsun. Yönetmene, yapımcıya ulaştırılıyor, beğenildiğin takdirde o ay önünü göremeyip para kazanıyorsun. Eskiden yığınla oyuncu 2+1 stüdyo dairelerde ezberini içinden fısıltıyla tekrar ede ede sırasının gelmesini beklerdi işte buralarda. Cast ajansları hastane koridorlarına benzerdi. Şimdilerde verdikleri parçayı evde kendin çekip yollayabiliyorsun. Hani bazen birini görüp sanki daha önce tanışmışsınız hissi olur ya. İşte bu cast ajanslarında gördüğüm benimle beraber sıra bekleyen insanlar hep tanıdık gelirdi bana. Ama öyle liseden, mahalleden bir arkadaşa benzetmek değil bahsettiğim. Daha çok teyzeannemin oğlu, babamın büyük dayısının kızı gibi uzak akrabalarımdan biriymiş de çıkaramıyormuşum hissiyle yanıp tutuşurdum için için. Oysa Ödemiş’in bağrından kopup gelmişim İstanbul’a, annemin büyük halasının oğluyla cast ajansında denk gelme ihtimalim oldukça düşük. Muhtemelen bu insanları oynadıkları reklamlardan ya da filmlerden hatırlıyorum. Akrabam gibi hissetmemin sebebi ise onları gördüğüm de yanımda annemin, babamın olması. Eski zamanlardan bir perşembe akşamı ailecek oturmuş yılan hikayesi izlerken, Memoli’nin “E be köylü kızı, E be köylü kızı” haykırışlarıyla girilen reklam arasında yüzlerini gördüğümüz ama beynimize tam kaydetmediğimiz bu insanlar vardı ekranda. Doğup büyüdüğümüz evdeydik. Yanımızda belki ebeveynlerimiz vardı. İşte televizyona çıkan insanları sanırım bilinçdışımız aileden biri gibi görmeye meyilli. En azından benim ki öyle. Sanatçı, dediğimiz insanın hataları, yanlışları, kötülükleri olmasın istiyoruz. Olduğun da ise tıpkı uzaktan bir akrabamız sülalemizin şanına yakışmayacak hareketler yapmış gibi üzülüyor, öfkeleniyor, histeri krizlerine giriyoruz. Andy Warhol, Salvador Dali vs… Birçok başarılı ancak ahlaki olarak zayıf sanatçı sayabilirim. Kısacası başarıyla, sanat ve ahlak doğru orantılı değil sevgili okur. Neyse geçtiğimiz hafta malumunuz Evrim Akın hakkında linç başladı. Öncesinde size biraz Arthur Miller’dan bahsedeyim. Marilyn Monroe’nun eski kocası. Sıkıcı olmasın diye araya magazin katmak istedim. O da neler yapmış kızcağıza. Ama konumuz bu değil. Arthur Miller’ın Cadı Kazanı oyununu eminim okumuşsunuzdur. Hatta okumakla kalmayıp kesin izlemişsinizdir. Oyun, 1692 yılında Massachusetts'in Salem kasabasında gerçekleşen ve tarihe “Salem Cadı Mahkemeleri” olarak geçen gerçek olayları anlatıyor. Hikayenin temelinde, toplumsal histeri, korku, kişisel intikam ve güç mücadelesinin bir araya gelerek nasıl büyük bir adaletsizliğe yol açabileceği anlatılır. Histeri, iftira ve toplu linç psikolojisinin nasıl işlediği tüm çıplaklığıyla seyirciye gösterilir. Oyunda Proctor adındaki adam Elizabeth adındaki karısını Abigail adındaki hizmetçisiyle aldatıyor. Sonrasında da Elizabeth kovuyor hizmetçiyi. Bunun üzerine Abigail hem kendi yasak ilişkisinden aklanmak hem de evin hanımı Elizabeth’ten intikam almak için onun cadı olduğunu söyleyerek Salem kasabasında cadı avını başlatıyor. Oyununun sonunu yazmayayım belki aranızda sanatseverler vardır alır okur. Evrim Akın vakasına dönecek olursak ayrıntılarını çok araştırmadım. Sanırım mobbinge uğrayan mağdur bir kız yaşadıklarını anlatmış. Lakin hemen akabinde gelen dışlamalar ve Evrim Akın’a ardı arkası kesilmeyen saldırılar işte bunlar LİNÇ kültürü efendim... Peki o kızın anlattıkları gerçek mi? Bunu yargılamak bize düşer mi? Gerçekse bile Evrim Akın hala o Evrim Akın mı? Bilemeyiz! Herakleitos’un “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” sözünü hatırlayın. Çünkü ne nehir aynı nehirdir ne insan aynı insan kalabilir. Sürekli değişim ve dönüşüm halindeyiz. Eylemlerimiz içinde bulunduğu zamanın ve birçok değişkenin eseri. Söz gelimi şu dönemde bazı siyasetçilerin 5 yıl önce söylediklerinin tam tersi eylemler yaptığı zamanlardan geçiyoruz. Nitekim bu da yanlış değil elbette. Ama Evrim Akın kadar gündemde kalmıyorlar. Velhasıl eğer ki Evrim Akın’ın bana 200 lira taktığını düşündüyseniz sevgili okur linç görevini yapmış demektir. Linç kültürü, kendini ahlaki olarak üstün gören bir grubun, yargıladığı kişi üzerinde bir tür "ahlak oyunu" oynamasıdır.




