Şakir, bizim amcaoğlu, “İzmir'deyim; bu akşam size geleceğim” deyince evde bir telaştır başladı. Yirmi beş yıl önce Almanya'ya işçi olarak gittiğinden beri, yüz yüze gelmek kısmet olmamıştı. Evde akşam hazırlıkları başlarken, ben de arabaya binip çarşıya çıktım.  Konuk bahanesiyle iki kadeh de parlatalım, derler ya hani.
Yiyecek, içecek derken arabaya döndüm ki, biri nasıl becerdiyse eliyle kaldırıp koymuş gibi önüme park etmiş. Sağa sola baktım kimse yok; adam çekmiş gitmiş. Her ne kadar benim çıkamayacağım bir duruşsa da işim çok acele, amcaoğlu neredeyse gelir.   Başladım çıkmak için uğraşmaya. Ha gayret Mehmet. O nasıl girdiyse sen de öyle çıkarsın,  diye kendime gaz vere vere manevralar yapıyorum. Bir iki üç. Ha oldu ha oluyor, derken,  hafif bir toslamayla çıktım. İndim baktım, benim sağ ön far darmadağın, öndeki aracın sol arka farı çatlamış. Önemli bir şey değil. Hem sahibi ortada yok, hem de yetmiş yedi model çoktan hurdaya çıkarılması gereken bir araba; kabahat da onda.    
Çabucak eve geldim. Tüm hazırlıklar tamam, saat geldi geçti ama bu kez de Şakir'den haber yok. Bekle bekle; yaklaşık iki saat sonra kapı çalındı. Baktım, kel kafalı göbekli bir herif. Dikkatlice bakıp, saçlarını Almanya'da unutmamış, karnına da on on iki kilo ekleme yaptırmamış halini düşününce öz be öz bizim amcaoğlu, Şakir.   
Ama amcaoğlu, görüntü bozukluğunun yanında sinirli biri de olmuş çıkmış.  Burnundan soluyor. Hoşbeşten sonra başladı söylenmeye:  
- Sizin bu Türkiye'de ehliyet bakkallarda mı satılıyor kuzen?
- Yok, dedim, özel kurslara devredildi ama yine devlet denetiminde.  
- Onu demiyorum, dedi. Herifin biri, gel sen benim arabaya arkadan vur. Sol farı kır. Bayındır'da bu far da yok mu? Tabii lüks araba. Ben de titizim, öyle dolaşamam,   döndüm İzmir'e. Ara bul taktır, iki saatim heba oldu. Üstelik üç bin lira da masraf. Şimdi bu adam sopalık değil mi kuzen? Ah bir yakalasam, alırım elime bir delice sopası; kıçına kıçına, bacaklarına bacaklarına.  
Bendeki şansa da bak şimdi? Koca memlekette, sen git eve gelecek konuğun farını kır. Üstelik adam Almanyalarda aportçu olmuş çıkmış. Yetmiş yedi model hurda, altı üstü. Satılığa çıkarsan, bin liraya dönüp bakan bulunmaz; farı üç bin liraymış. Kör ölür badem gözlü olur. Çık babam çık. Engel olan mı var.  
Bir de bakalım benim çarptığım araba mı? Arka far dedi, belki arka sağdır.  
- Amcaoğlu arka far, dedin, arka sağ mı?
Aynı hiddetle:
- Sol dedim, sol! Ah bir yakalasaydım. Bacaklarına bacaklarına, kıçına kıçına. 
Vurma be yahu; bacaklarım sızlamaya başladı. Bari konu değiştireyim.
- Şakir, Almanya'da havalar nasıl. Burası gibi kurak mı?  
- Yahu kuzen Almanya dedin de aklıma geldi. Ben o adamı bir yakalasaydım. Delice sopasıyla bacaklarına bacaklarına, kıçına kıçına.  
Bunun faydası olmadı, bari futboldan bahsedeyim:
- Almanya'da takım tutuyor musun?  
- Yahu kuzen, bacak dedin de aklıma geldi. Ben onun bacaklarına bacaklarına.  
Yahu ben bacak macak demedim ki. Ne desem lafı dövmeye getiriyor. Şurada  iki lokma akşam yemeği tıkınacağız, dayaktan kursağıma dizildi.    
Susmuyor da:
- Benim arabamdan Avrupa'da bile yok. Taa Amerika'dan getirttim. Bir farını bile taktıramaz o dürzü.  
Hem övüngeç hem yalancı hem de küfürbaz. Dürzü de olduk. Araba da araba olsa, müzelik, döküntü.  
Bari çocukluk anılarından bahsedeyim, belki normal sohbete başlarız. Bir gün dut ağacından düşmüştü de, alnı maymun kıçı gibi açılmıştı. Neredeyse kan kaybından geberecekti. Sıpanın sırtında iğneci Hüsnü'ye yetiştirmiş, canını kurtarmıştım. Bunu anımsatınca, her halde dövmeyi bırakır tekrar teşekkür eder.  
 “Yahu amcaoğlu, neydi o günler. Dut ağacından düştüydün de kan kaybından ölecektin” demeye yeltendim, söyleten kim; dut der demez sözümü kesiti:  
- Sahi be kuzen, olacak bir dut dalı, kıçına kıçına, bacaklarına bacaklarına.  
Üüüf. Bu adamda ne anılara saygı kalmış ne de vefa. Hiç kuşkum yok bile bile yapıyor. Öğrendi birinden benim çarptığımı; üç tane binlik koparmaya çalışıyor. Gevur  sınırdışı mı etti ne? Bulmuş oralarda bir hurdalaş, onun da parasını benden çıkaracak. Son model Amerikan arabası filan! Fiyatı arttırıp, her lafı sopaya getirmesi bundan. “Al şu üç bin lirayı amcaoğlu; vurup durma” dememi bekliyor.  
Bende o göz var mı?
Ama o olduğunu sanıyor, bir türlü hızını alamıyor:
- Kaval kemiğine bir tekme. Seni namussuz, pez…
Vurma yahu. Sövme çocukların yanında. Ah ben seni Balkanlar'ın ve Ortadoğu'nun ilk mercimek heykeli yapardım ya, dua et konuğumsun.  
Yeterince dövüp sövdüğünü düşünmüş olmalı, yemekten sonra şirinliği tuttu.  
- Haydi, sizi arabamla gezdireyim. Böyle lüks araba bir daha buralara gelmez.   Sizin için değişiklik olur.  
Binelim binmesine de, ne bilsin amcaoğlu, memleketin dünyanın pazaryeri haline geldiğini; beş yaşındaki arabaların eski model sayıldığını. Bizi otuz yaşındaki arabaya bindirip yaşamımızı renklendireceğini sanıyor. Gerçi, antika olarak bir değeri olabilir; o da yolda bırakmazsa.  
Gel bizim arabayla gezelim, desem, olmaz. Bilmiyorsa da benim çarptığımı öğrenecek. Önerisini kabul ettim. 
Sokağa çıktık Şakir'in külüstürü ortalıkta yok. Baktım karşı binanın önünde duran lüks arabaya doğru gidiyor. İçimden “Herhalde bunlara meraklı, etrafında dolaşıyor. Şimdi döner” diye geçirirken, dönmedi. Üstelik elindeki kumanda ile arabayı da açtı:
- Haydi, neredesiniz?
Çoluk çocuk lüks arabanın içine doluştu.   
- Şakir, dedim, bu arabanın farını mı kırdı o namussuz herif?
Üzgündü, başını evet anlamında salladı:
- Ya kuzen. Nasıl kıydın değil mi?  Bir yakalasaydım ama kıçına kıçına,  bacaklarına bacaklarına.  
Kuzenim yerden göğe kadar haklıydı. Düpedüz vicdansızlık bu:  
- Vur amcaoğlu, dedim, vur. Benim için de vur.