Bizim kasaba halkının “İlle de lise isteriz!” inadını gösterilere, direnişlere kadar vardırması mı etkili oldu, yoksa hava durumu mu rüzgârı bizden yana estirdi, pek anlaşılamadı.
                     Günlerden herhangi bir gündü; yalnız, saatler öğleyi gösteriyordu. Kasaba meydanında, bir anda iki büyük kamyon birden belirdi. Daha kimse ne olduğunu anlayamamıştı ki, birinin sürücüsü “Lise arsası nerede?” diye sordu. Kimsenin bir şeyden haberi olmadığından, yüzlerde önce bir hayret, ardından da tebessüm gözlendi. Tabi sorunun şaşkınlığı geçince,topluca lise arsası aranmaya başlandı. Arandı tarandı, soruşturuldu edildi; sonunda, kasabanın öteki girişinde böyle bir arsa olduğu ortaya çıktı.
                  Her iki kamyon da hıncahınç yapı malzemesi doluydu; lise inşaatı için gerekli demirdir, çimentodur, kiremittir ne isterseniz vardı. Gelenler de hazırlıklıymış hemen bir depo inşa ettiler; malzemeleri de düzenli biçimde içine yerleştirdiler. Bu arada çevreden gelen “İnşaat ne zaman başlayacak?” sorularına, “Biz malzemeyi teslim etmekten sorumluyuz, gerisini bilemeyiz.” deyip yanıtsız bıraktılar. Sonra da ilçe yetkilisine bir yazı imzalatıp gittiler.
                  Bu olayın üstünden daha bir hafta geçmeden üç hırsızlık olayı birden yaşanınca, depoya  bir bekçi dikilmesi gerektiği anlaşıldı. Ben de yıllardır doğru dürüst bir iş bulamamış ama inatla aramayı sürdürmekteyim ya; her yere iş başvurusunda bulunmanın yararını burada görecekmişim. Eğitim müdürlüğüne tek dilekçeyi ben vermişim meğer, hemen çalışmaya başladım.
                  Depo ağzına kadar yapı gereci dolu. Hepsinden ben sorumluyum. Deponun giriş kapısının yanına tek kişilik bir küçük kulübe yaptım; sık sık deponun çevresini denetleyip boş zamanlarımı da kulübemde geçiriyorum. İşimin başındayım; artık hırsızlar yaklaşamıyor. Ama devlet işleri, öyle “Buyur çalış.” demekle de bitivermiyormuş. İşçi dediğinin biri de bir bini de. O da aylık alacak, sigortası ödenecek, aylık dört aylık bildirgeleri doldurulup verilecek. Müdürsüz, muhasebecisiz, sekretersiz, hele hele odacısız olur mu? Hatta günler geçtikçe anlaşıldı ki, bunlar da yetmezmiş. Daha ne gereksinimler varmış bilmediğimiz.
                İlk anda göze çarpan eksiklikler, kasabanın en yüksek mülki amirince yukarılara bildirildi. Etkili de oldu; üstünden çok geçmemişti ki, bir müdür çıkageldi. Gelen müdür öyle sıradan biri de değil;  kırpık bıyıklı, ağzı dualı, eli elektronik tespihli, lafının üstüne laf konunca ısıracakmış gibi baksa da, efendice bir adam. İşyerinin tek çalışanı ben olduğum için, bu gelişme karşısında sevinmek de üzülmek de bana düşüyordu. Sevindim tabi.  Bir kez adam, dindar ve kindar. Ya peki, tinerciden bozma bir şarapçı çıkagelse, deponun dört bir yanından her gün şarap şişesi toplatsa ne yapacaktım!
                   Yalnız gelişmeler sorunları da birlikte getiriyor; birincisi: Yeni  kurumuz, müdür bey bu ilkel koşullarda tespihini nerede çekecek? İkincisi: Beş vakit namazını nerede eda edecek?  Haydi tespihini atari oynar gibi deponun çevresini turlaya turlaya çekti, yüz metre yürüdü namazını da eda etti: Peki müdür bey nerede oturacak? Koskoca müdüre bir makam odası gerekmez mi? Tutup da, “Müdürüm, benim kulübenin bir muadilini, hem de şöyle görüşmeler için iki üç kişiliğini size çakalım.” desem, olmaz şimdi. Malum adam kindar, eli değmişken seksen yılın öcünü benden çıkarmasın! 
                   Neyse, oldukça yıpratılmış da olsa yukarıda bir devletimiz var. Ortada kırtasiye malzemesi filan yoksa da, gittim kağıttır, zarftır  birşeyler aldım geldim. Henüz yazı masamız filan da olmadığından kulübenin önüne, sırtıma bir tahta koyup masa gibi eğildim. Müdürüm de, kendi deyişiyle bir güzel istida döşendi. Bana bir postaya atması kaldı.
                Yukarılarda müdürümün, hatırını kıramayacak ahbapları varmış. Bir hafta içinde mektubun ulaşması bir yana, işletmemizin müdüriyet binasının kaba inşaatı bile tamamlandı. Üstelik şöyle böyle de değil; müdür odası, muhasebeci odası, sekreter odaları, daha ne ararsanız, tastamam.
                Yönetim binasının ince işleri de kısa sürede tamamlandı. Önce müdürüme bir sekreter, ardından sekreteriyle birlikte bir muhasebeci, iki odacı ile müdür beye tez elden alınan makam otomobilinin şoförü işe başladılar. Öğle yemekleri için bir mutfak inşa edilip iki de aşçı alınınca deponun çevresi iyiden iyiye renklenmeyle başladı.
                   Ama işletme büyüdükçe sorunlar da artıyor. En başta müdürüm;  saray gibi bir çalışma odasına, sekreterdir, odacıdır, makam şoförüdür her şeye kavuşmuşken, yeni istekler sıralamaya başladı. Neymiş? Cami cehennemin kırındaymış.  Zaman kaybıymış efendim. Çalışanların değerli zamanları böyle har vurup harman savrulmamalıymış, vakit nakitmiş. Müessesemize tez mesçit kazandırılmalıymış. Dediği gibi de oldu, yukarılara yazı yazıldı, en kıza zamanda mesçidimiz de oldu çok şükür.
                Mesçidin inşasından sonra deponun neredeyse üçte ikisi binalarla çevrilmiş oldu. Tabi ortalık da iyice şenlendi.
                Ama dedim ya, yeni kurulan bir işletmenin eksiği mi biter? Bu kez de çalışanlar arasında “Bir ibadethanenin görevlisi olmaz mı? Bir imam bize çok mu görülüyor?”  türünden dedikodular yayılmaya başlandı.  Sağ olsun müdürümüz bu serzenişlere de duyarsız kalmadı, tez girişimlere başladı. Her ne kadar birkaç yazışmaya “Daha imam doktor, imam hakim ihtiyacını karşılayamamışken, şimdi de imam subay istekleri gelecekmiş; insaf edin nereden bulacağız o kadar imamı?” , “Hem önemli mevkilerde onca sıkıntı varken, bir de mescide imam istemek hangi vicdana sığar!” gibi yanıtlar gelmeye başladı. Yani yukarılarda sorun var. Hele hele, son gelen “İmam müdür yolladık neyinize yetmedi?” biçimindeki yanıt bardağı taşıran cinstendi. Kendisine de laf dokundurulmasına içerleyen müdürümüzün, telefona sarılıp “Tinercilerin anayasasında bile angarya yasak. İyi düşünün, kendiniz için Şemdinli camilerinde imam eksiği var mıdır, bir araştırın!” biçimindeki bilimsel konuşmasına, yukardakiler de katıldı ve hemen bir imam gönderdiler.
                Eksikliklerimiz yavaş yavaş tamamlanıyor. İmam efendinin gelişi ile işletmede yine hareketlilikler yaşanmıştı. Evrak dağıtmaya gidiyorum, deyip ortadan kaybolan ve saatlerce mescitte uyuyanların rahatı kaçmıştı. İmam efendi  de ortama alışınca uykucular yeniden işbaşı yaptı. Götürülecek evrak olmaması zaten kuşkulandırıyordu ama, herkes halinden memnun olduğu için kimse kimsenin yatıp kalktığına bakmıyordu.
                Bu arada imam efendinin bana bir kızgınlığı varmış. Efendim, cemaat öğlen, ikindi namazlarında işyerinde oluyormuş ama, günün kalan saatlerinde evlerine gidiyormuş; tinerciden bozma bir bekçi varmış ki, ille beş vakti de mescitte kılacağım, diye inat edip fitne çıkarıyormuş.
                    Tabi karşılıklı silahları çekince, aramızda en azından sözlü atışmalar da oldu. Ne yaparsınız, ben de başladım yukarıdan uçmaya, “Benim de tepelerde büyükbaş, tanıdıklarım var. Mescidin köşesine hoparlörsüz bir minare diktirir, sana günde beş vakit spor yaptırırım.” deyince,  o da boş durmadı, “Seninki de bir şey mi, ben de bir müezzin getirtir, yine rahat ederim.” diye karşılık verdi. Baktım baş edemeyeceğim, daha çok üstüne varmadım.
                    Ama dedim ya, sürekli büyüyen bir işletmenin sorunları  da o oranda büyüyor. Bu kez de kreş derdi çıktı. Çalışan çoğalınca kreş gereksinmesi baş göstermiş. En başta kadınlar başladı bağırıp çağırmaya. Neymiş efendim; koskoca işletmede verimlilik böyle mi sağlanacakmış. Çocuk peşinde mi koşacaklarmış, işlerine mi bakacaklarmış. Ellerinde dövizler, başladılar deponun çevresinde mitingler, gösteri yürüyüşleri yapmaya. Hatta, “Önce işi yavaşlatırız, o da olmadı greve kadar gideriz.” tehdidi bile savurdulardı, gözle görünür bir işleri olmadığından bu eylemden vazgeçtiler.
                   Neyse, sağ olsun hatırlı dostları olan müdürümüz sayesinde kreş işi de kısa zamanda kotarıldı. Önce bina inşaatı; ardından öğretmenidir, bakıcısıdır, temizlikçisidir o da tamamlandı. Hatta kreş binasının yanına bir de çocuk parkı yapıldı ki görülmeye değer.
                   İlle kreş isteriz diye diretenlerin hakkını da yememek gerek; kreş ve çocuk parkı hizmete girince iş verimliliği ve kârlılık tavan yaptı. Örneğin, müdür beyin sekreteri iki çocuğunu birden işletmenin kreşine verdikten sonra çok rahatladı. Bakıcı parasından kurtulduğu gibi, altı yedi aydır çantasında gezdirdiği, kaynanasının yarım yün ceketini bir çırpıda bitirdi atıverdi. Muhasebedeki bayan, patiktir, atkıdır, kazaktır evin tüm kışlık gereksinmesini birkaç günde yarıladı desem, yukarda Allah var, yalan olmaz.
                  Tabi kreş dediğiniz az rahatlık değil, bu durum doğal olarak çocuk sayısını da etkiledi. Müdür bey “Üç çocuk neye yeter!” deyip altıda karar kıldı. Daha çok çocuk yapma yönünde karar alanlar oldu.
                   Bu arada çalışanların! sayısı otuzu buldu.  Deponun çevresi de binadır, üstü örtülü otoparktır, çocuk parkıdır, derken çepeçevre hizmet birimleriyle donandı.
                   Ortam, oldu şimdi dört dörtlük; sanki, çalışma üretme de yanında yat dedirtecek türden.  Gerçi, gereği de yapılmıyor değildi.
                    Yine bir gün, hem  yapı malzemelerini gözden geçiriyorum, hem de “Yahu, memleket kâğıt üstünde de olsa iş sahibi oldu, okuldan çok hizmet binası, şudur budur gideri yapıldı. Bari okulumuz da yapılsa da bunlara deyse.” diye mırıldanırken bir de baktım, bizim çimento torbaları taşlaşmaya başlamış.  Tabi soluğu müdür beyin makam odasında aldım. Müdür bey halıları beğenmemiş yenisini döşetiyormuş. Duracak zaman mı, hemen konuya girdim:
                  -Müdür bey bir yazı yazsanız, okulun inşaatı da aradan çıksa, depodaki çimentolar taşlaşmaya başlamış.
                    Sen misin bunu diyen, adam bir celallendi:
                  -Kendine gel Mehmet efendi! Sen kimsin ya.  Senin gramın kaç para? Bunca işin arasında beni bir de depodaki malzemeyle uğraştırmaya nasıl cüret edersin!
     Ben parpıyı yiyince başka bir şey demedim; kulübeme, taşlaşmaya başlayan çimentoların, bozulmaya yüz tutan yapı gereçlerinin başına döndüm.
     Üç beş gün geçti geçmedi, bu kez acil kaydıyla o beni çağırttı. Tabi, pişman oldu adam bana yaptığına; öyle ya, bunca saltanat ne için? Okul inşaatı için. Depodaki malzemeler? O da öyle. Mehmet neci? Koca işletmenin işi olup da tek çalışanı. Şimdi bu adam yaptıklarından ötürü özür dilemesin de ne etsin? 
     Soluğu, hem de bu kez çağrılı olarak müdür beyin huzurunda aldım. Baktım odada her şey yenilenmiş. Bizim cumhurbaşkanına yakışır bir hâl almış. O masasında oturuyor. Göz göze gelince, tebessümle, “Buyur, otur.” dedi. Tabi, kabahatini bildiği için şirin davranıyor. Yeni gelen koltuklara şöyle bir baktım,  gözalıcı, kıyamaya kıyamaya oturdum.
                Müdür bey söze başladı:
                 -Bak Mehmet efendi, şunu iyi bil; devlet işletmeleri hiç kimsenin arpalığı değildir. Yani siyasetçilerin, hatırlı kişilerin yakınlarına haksız para ödenmez, ödenmemelidir. Devlet işletmeleri yan gelip yatma yeri de değildir.
                Çok haklısınız, diye karşılık vermeye kalkıştım, “Dur dinle!” deyip sürdürdü:
                 -Malumun, bizim işletmemizde de halen âtıl kapasite ile çalışılmakta.
                   Şimdi bu söze ne denir? Ortada iş yok, otuz küsur kişi yan gelip yatarak aylık alıyor. Reva mıdır bu yapılan millete, memlekete? Hiç değilse yarıya indirilse, bir o kadar giderden tasarruf edilmiş olur.
  -Evet efendim, çok doğru.
   Yine sözünü kesmememi söyleyip sürdürdü:
  -Biliyorsun, devlet parasının üstünde tüyü bitmedik yetimin hakkı vardır. Çarçur edilmesi aynı zamanda Hak indinde büyük günahtır da. Ben böyle konularda çok titizimdir.
    Yahu neler söylüyor bu adam. Ben müdürümü hiç tanımamışım. Ermiş midir, gökten mi indi? Ağzından bal damlıyor, tövbeler olsun. Eğilip ikellerinden öpmeye yeltendim, kibar adammış da, izin vermedi; yine dur,işareti yapıp konuşmasını sürdürdü:
    -Bu sebeple, düşünüldü taşınıldı gereksiz olan işçilerin işten çıkarılmasına karar verildi. Senin de malumundur,  bu kadar yapılanmadan sonra hırsızların depoya ulaşıp bir şey çalmaları çok zor. Ben de, devlete yaptırılacak bir kuruş gereksiz harcamanın bile sorumluluğuna ortak olamayacağımdan işine derhal son veriyorum.
                Yüzüne karşı diyemedim ama, içimden, “Hoppala!” demişim.        
                Meğer herkes aldığı parayı hak ediyormuş, tüyü bitmedik yetim hakkı yiyen benden başkasına rastlanamamış.
                Yine de, hiç kimseye bir sözüm, bir sitemim olmadı biliyor musunuz. Olmadı da, imam efendinin sinsi sinsi gülmesine, yüzüne bakınca da eliyle yüzünü sıvazlayıp kıvrımlarını düzelttikten sonra vedalaşmasına bir anlam veremedim.  
                Ama durmak yok; tüm işyerlerine, devlet dairelerine verdiğim dilekçeleri bir bir yeniledim. Artık kasabanın girişinde oturup akşama kadar ardarda takılmış kamyonlar gelmesini bekliyorum.  “Bilmem ne binasının inşaat arsası ne yanda?” sorusunu duyduğum anda benim işler yeniden yoluna girmiştir, bilesiniz.