6 Mart Salı günü İZRO’nun düzenlediği günlük Tire-Ödemiş-Birgi eğitim turu için sabah 08.00’de Atatürk Lisesi’nin önünde toplandık. Bir otobüs rehber ile turumuzun ilk ayağı olan Tire’ye hareket ettik. Hafta içi 08.00-09.00 saatleri İzmir için trafiğin çok yoğun olduğu saatler; hele hava biraz da atıştırmışsa. Eski yoldan gidecekken otobandan gitmeyi şehir trafiğinde kaybedeceğimiz zamanı geri kazanmak istiyoruz. Bununla bitlikte Kuşadası çıkışlı Tire turları Belevi’nden giriş yapar ve biz de bunu yaparak tura başka bir artı kazanç yön kazandıracağız.

Belevi’ne yaklaşırken M.Ö. 499’da Ion ayaklanmasında isyancıların başkent Sardis’e ilerledikleri nehir boyu ve Efes’in zengin mermer yataklarını görüyoruz. Belevi, Antiokhus’un mezarı Mozole’siyle meşhur. Tire’ye yaklaşırken genelde öğle yemeği yediğimiz Değirmen restoranı geride bırakırken Tire’nin minarelerini görmeye başlıyoruz. Tire zamanında Aydınoğlu Beyliği’ne başkentlik yapmış bir kültür şehri. Beylikler döneminden kalma eserleriyle çok zengin. Minare sayısının fazla olması bu yüzden. (Tire’ye geldiğimiz 70’li yıllarda rahmetli babam bana, babasından yani dedemden 72 tane minaresi var diye duyduğunu söylemişti). Lidya ve Roma devirlerinin, ticaret yolu olan, Efes – Belevi - Tire – Hypaipa (Datbey) – [Bozdağ] - Sardis hattı, Türkler zamanında Efes – Tire – Bayındır – İzmir – Manisa olarak değiştirildi. Bu dönemde Tire, kervanların önemli bir uğrak yeri oldu.

1308 yılında Aydınoğulları Beyliği’nin Küçük Menderes yöresinde kurulmasıyla, bu kente aşiretler, obalar, oymaklar yerleştirildi. Bu bölgenin aldığı ilk göç değildi. M.Ö. 325’lerde Büyük İskender, Filistin’den Yahudileri getirtmişti. Aydınoğulları döneminde de olumlu bir karar alınarak, Efes halkının önemli bir bölümü buraya yerleştirilmişti. Son olarak da Mübadele’yle birlikte Girit’ten gelen Türkler burada iskân edildi. Bu sadece ekonomik zenginliği değil folklorik çeşitliliği de beraberinde getirdi. Bu nedenle Aydınoğulları Beyliği’nden günümüze Tire’de zaman içinde hem eser vücuda getirildi hem de zengin kültürel bir zemin oluştu.

Tire, İzmir’e bağlı, 40 bin nüfuslu bir ilçe. Büyük ve güzel bir ilçe. Tire adını, Lidya döneminde kale kapısı ya da direk kapı anlamına gelen Tyrha’dan alıyor. Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Helen, Roma ve Bizans medeniyetleri burada iz bıraktı. Tire, 1426’da Osmanlı devletine bağlandıktan sonra, siyasi, ekonomik ve kültürel önem kazandı. Osmanlıya devlet adamı Çandarlı sülalesinden sonra özellikle 15.yy.dan itibaren kısmen Tire’den de yetişmeye başlıyor. Aynı zamanda ünlü hattat, şair ve bilginler Tire’nin kültürel hayatını zenginleştiriyorlar. Misal Ayasofya’nın imamlarından Hüseyin Sait Tirelidir. Seyyahlar burayı “Ahi Kenti” ya da “Aydın Sancağı Paşası’nın Tahtı” diye adlandırdılar.

Öte yandan Tire, 15. ile 18. yüzyıl arasında Tire Osmanlı İmparatorluğu’nun darphanesiydi. Tire darphanesi 300 yıl boyunca bastığı, mangır (bakır) ve akçe (gümüş) paralarla da ünlendi. Tire darplı paralar koleksiyoncuların aradığı paralardandır. Bu anlattıklarımızı yerinde görmek ve daha anlamak için turumuza Tire Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’nden başlıyoruz. Turunuzun salt çarşı-pazar turundan farklı gerçek anlamda kültürel bir tur olması için gittiğiniz yerin arkeolojik ve etnografik değerini bilmek açısından o yerin varsa müzenin gezilmesi şarttır. Müze yoksa ören yerini gezmek gerekmektedir. Bu sayede rehberinizin de gerçek değerini anlayacak ve rehberli tur nedir farkı ortaya çıkacaktır.

Biz de aynı şeyi yapıyoruz. Tire Müzesi benim için paha biçilmez eşsiz eserler barındıran bir müzedir. Biz rehberler sayısız müze gördüğümüzden dolayı bu turumuzda sadece Tire Müzesi’ne yeknesak eserleri şöyle bir görüp çıkacağız… Arkadaşlar daha geniş bir müze programında ısrarlı olunca müzedeki 10 dakikamız 100 dakikaya çıkıyor ister istemez. Özellikle pişmiş toprak lahit, asma kütüğüne elleri bağlı Marsias ve Hydria. Bundan başta daha girişte önünüze çıkan pişmiş toprak lahit. Zarif işçiliğiyle vazolar, aynı kalitede mermer işçiliğine sahip mezar stelleri ve diğer Türk dönemi mezar taşları. Tire Müzesi’nde içerisi kadar dışarısı da çok zengin. Yüzlerce sayısız eser bahçede sergileniyor. Bence bu müze büyütülmeli veya daha korunaklı hale getirilmeli. Zira bahçesi bir hazine.

Dedim ya Müze’de zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz, zaman denilen gizemli yolculukta kendinizi kaybedersiniz. Böyle bir müzeye sahip oldukları için Tireliler ve dolayısıyla Türkiye yani bizler çok şanslıyız. Burada fazla Helen ve Roma eserlerine takılmak istiyorum çünkü Ödemiş’te de müze programımız var. Burada Helen ve Roma eserlerine devam edeceğiz ama bilhassa Ödemiş Müzesi’nin etnografik eserleri de başka müzelerle kıyaslanmazdan ve paha biçilmezlerden. Bu arada her iki müze yani hem Tire hem de Ödemiş Müzeleri ücretsiz. Böylesi değerli hazinelerimiz neden bedava bunu anlamıyorum.

Müze’den ayrılır ayrılmaz genişçe bir meydana turist arabalarının park yerinin soluna açılırsınız. Buradaki meydan Tire’nin Belevi-Selçuk tarafından geldiğinizde şehre giriş yapılan kapılardan biridir adeta. Meydanın ortasında bir tabela dikkatinizi çeker. Tire Osmanlı döneminde bir ara sürgün yeri olarak da kullanılmış. Başkentte istenmeyen devlet erkânı veya yüksek ilmiye sınıfından insanların uzaklaştırıldıkları veya göz önünde tutuldukları yer olmuş bir anlamda. Eski başkentler yerini yenilerline bıraktıklarında bazen böylesi görevleri de üstlenmişler. Hem siyasi otoritenin etkili olduğu hem de sürgüne gidecek kişinin de bir anlamda yarı hoşnut ve yarı ikna olacağı yerlerden olmuşlar. Dolayısıyla Tire gibi eski başkentler ileriki dönemlerinde ünlü simaları da ağırlamışlar.

Şanizade Mehmet Ataullah Efendi de bunlardan biri. Kendisi bir vakanüvis’tir ve hekimdir. Aslında hekimliği ön plandayken bir vesileyle vakanüvislik de yapmaya başlar. Peki, vakanüvislik nedir ve Şanizade Mehmet Ataullah Efendi kimdir? Efendim, açıklayalım: Osmanlı Devleti’nde zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçilerine vakanüvis adı verilirdi. Bir dönem vakanüvislik de yapmış olmasına karşın asıl mesleği hekimlik ve ikinci mesleği de kadılık olan Şanizade Mehmet Ataullah Efendi Medine Kadısı Sadık Efendi’nin oğlu olarak 1771 yılında İstanbul’da dünyaya geldi.

Osmanlı yazı sanatında yuvarlak tipli el yazısı olan sülüs ve kitap yazısı olan nesih ve de kuyruk bölümü uzatılmış sülüs olan talik yazı eğitimini de tamamlayarak devrin önde gelen hocalarından Hattat Zühtü ve Esat Yesari’den icazet (diploma) aldı. Tıp öğrenimini ise Süleymaniye Medresesi’nde Mühendishane’de matematik ve astronomi öğrenimi gördü, müderris (mühendis ve medrese hocası) oldu. Devrin en büyük hekimi olduğu halde Halet efendi’nin II. Mahmut üzerindeki etkisi yüzünden hak ettiği hekimbaşılıkta bulunamadı ancak Eyüp Kadısı ve Mekke Mollası (büyük kadı) olabildi.

Arapça, Farsça, Latince ve Fransızca bilen Şanizade Mehmet 1819-1821 yılları arasında vakanüvislik yaptı. Bu görevinden de azledilerek Bektaşilik damgası ile 1826 yılında sürgüne gönderildi. Padişah fermanında yazılan itlak (salıverme) kelimesi kendisine itlaf (öldürme) olarak aktarılınca kalp krizi geçirerek 55 yaşında vefat etti. Mezarı sürgüne gönderildiği Tire’de kışla yakınındaki mezarlıktadır.

Eserleri:
1-Şanizade Tarihi;
2-Ata Divanı;
3-Mi’yar üt Tıbba (Tıbbın Yöntemleri);
4-Islıtat-et Tıbba (Tıp Terimleri Sözlüğü);
5-Kavarin-i Asakir-i Cihadiye (Askeri Kurallar ve Savaşlar Tarihi);

İbni Sina'nın el-Kanun adlı eserine dayanarak Hamse (Beş Yapıt) diye bilinen hacimli bir eser kaleme almıştır. Bu eser, Osmanlı İmparatorluğu'nda basılan ilk tıp eseridir. Ayrıca çiçek aşısını Osmanlı Türkiye’sinde hekimlere tanıtan ilk kişidir.

19. yüzyılın önde gelen hekimlerinden Şânizâde Ataullah Efendi, 1771'de İstanbul'da doğmuş ve tıp medresesinden diplomasını aldıktan sonra, Mühendishane’ye devam etmiştir. Değişik görevlerinin yanı sıra, Sultan II. Mahmut zamanında, 1808 ve 1821 tarihleri arasında tarih yazıcılığı görevinde de bulunmuştur. Şânizâde'nin bu tarihler arasında cereyan eden olayları aktaran ve Şânizâde Tarihi adıyla bilinen dört ciltlik bir eseri vardır. Burada tarih bilimini, mukaddes tarih (genellikle dini olaylar) ve genel tarih (çeşitli ülkelerin siyasi durumu, sosyal yapıları ve buralardaki olaylar) olarak iki ana dala ayırmıştır.

Tarihin başlangıcını M.Ö. 400'lere kadar götüren Şânizâde, tarih yazarken belgelere dayanmak gerektiğini, ancak bu konuda tarihçilerin pek de şanslı olmadığını belirtir; çünkü insanların pek azı okuryazar olduklarından tarihi belge niteliğindeki malzemeler kısıtlıdır. Şânizâde, tarih yazmanın zorluğunun sadece belge sağlamakla sınırlı olmadığını da belirtmiştir; ona göre aynı zamanda iyi bir tarihçinin "aciz ve kusurlu değil, akıllı ve hüner sahibi olması gerekir."

Şânizâde tarihle ilgilendiği gibi, bir mühendis olarak matematikle ve bir hekim olarak tıpla da ilgilenmiştir. Matematikle ilgili çalışmalarından elimizde pek fazla bir şey bulunmamaktadır. Ancak İbni Sina'nın el-Kanun adlı eserine dayanarak Hamse (Beş Yapıt) diye bilinen hacimli bir eser kaleme almıştır ki bu eser, Osmanlı İmparatorluğu'nda basılan ilk tıp eseridir. Eserin anatomi ile ilgili kısmında Batı'da 17. ve 18. yüzyılda bu konuda basılmış eserlerden yararlanılmış olduğunu gösteren açıklama ve şemalar bulunmaktadır.

Şânizâde eski ve yeni tıbbı birleştiren bir hekimdir; medresede eğitim gördüğü için klasik tıbbı çok iyi bilmektedir; yurtdışında (büyük bir olasılıkla İtalya'da) belli bir süre kaldığı için Batı tıbbını da tanımaktadır. Şânizâde vücudun kendi içinde belli bir bütünlüğü ve uyumu olduğunu ve bunu sağlayacak güçlerinin bulunduğunu söyler; hastalık, bu bütünlük ve uyumun bozulmasından kaynaklanır. Bunlardan bulaşıcı hastalıklar üzerinde özellikle durur. Bu ilgisine paralel olarak, Şânizâde bazı çeviriler yoluyla Batı tıbbını Osmanlı hekimlerine tanıtmak istemiştir. Bunlar arasında çiçek aşısı ile ilgili olan bir makalesine rastlıyoruz.

Bilindiği gibi 18. yüzyılda Avrupa'da çiçek salgınları görülmekteydi. Bu salgınlar sırasında Türkiye'de bulunan bir İngiliz büyükelçisinin eşi Lady Montague, Türklerin bu hastalık için uyguladıkları bir çeşit aşı uygulamasını fark etmiş ve bu konuda arkadaşına bir mektup yazarak bilgi vermiştir. Aynı yıllar içinde Jenner adlı bir İngiliz hekim, inek çiçeği ile aşılanan sağlıklı kişilerin hastalığa tutulmadıklarını görmüş ve bunu bir korunma yöntemi olarak önermiştir. İşte bu konu hakkında Avusturya'da kaleme alınmış olan bir makaleyi, Şânizâde Türkçeye çevirerek, inek çiçeğinden hazırlanan aşıyı Osmanlı hekimlerine tanıtmıştır.

Türkiye'de bir telkihhane (aşı evinin) kurulması için 1890 tarihinde karar alınmış ve bu aşı evi 1895'de faaliyete geçmiştir; ilk müdürü Hüseyin Remzi Bey'dir.

Sürecek…