Öykü
Bir gün kolumda bir acıyla uyandım; baktım bir çukur, üstelik morarmış bir çukur. Ağrı tüm şiddetiyle omzumdan başlıyor. Bir insanın kolu böyle kamyon çarpmış gibi ağrır mı? Önce bir anlam veremesem de, düşün düşün, anımsadım; Emin. 
Bizim Emin, çok hoşsohbet bir çocuk. Yalnız unutkan mı, dersine mi iyi çalışmıyor, bilmem?  Anlatmaya başlıyor; iki satır konuşuyor konuşmuyor, başlıyor dürtmeye: Söyleyiver, neydi o? Kimdi o?  Ee, dürttükçe bizim kol da morarıyor tabi, ağaracak değil ya! Hem bir kez dürtüp bıraksa neyse. Bilene kadar dürtüyor. Parmak ucuyla açtığı mor çukur ondan bu denli derin. Bir an önce bil kurtul, diyeceksiniz de, onun da sakıncası var. Bu kez de “Ha yaşa!” deyip omza yarı yumruk yarı tokat, bir şaplak atıyor. Şaplak teşekkür için de olsa, insanın canı yanıyor.
Hani acılar sıcağı sıcağına hissedilmez ya, gecenin yarısında çöken ağrı bu darbelerden. 
Hep anlatırdı aslında; dürter söyletir, tokatlar teşekkür ederdi. Ama bu denli acı vermemişti hiç. Nedeni, bu kez anlattığı olay çok önemli. Çocuğu oldu. Çok da hoşsohbet ya, hastane yoluna düşmelerinden, parayı ödeyip eve dönüşe değin her şeyi anlatıyor. Acıyı çekmek de bana kalıyor. Erkek halimle çocuğu ben doğurmuşum gibi acı çektim, desem inanır mısınız? Gece yarısı uykudan uyandıran o dayanılmaz sızılar da cabası.
Emin anlatmaya başladı: 
- Hanımın bağırışından anlaşıldı ki, şey başladı; söyleyiver.
İlk dürtüşler eşliğinde, benim de ilk sözler ağzımdan dökülüyordu:
                 - Doğum sancısı.
                   Ve bir “Ha yaşa!” eşliğinde, sağ omzun ilk şaplak darbesiyle tanışmış oluyordu. 
Eşinin koluna girdi, çocukları, babaannelerini üzmemeleri konusunda uyardı, kapıdan çıktılar. Eşi sancılar içinde ya, acele ediyor. Arabaya yöneldiler. Ancak yardımcı olsun diye birini daha yanlarına almaları iyi olurmuş, onu da alacaklar:
                 - Şeyin evine uğradık; söyleyiver.
                 - Senin baldıza.
                 - Benim baldızım yok ki, hanım tek kız.
Ne bileyim dürtmelerdem canım yandı, kurtuluş çaresi arıyorum:
                 - Senin kızkardeşine.
                 - Ah ah! Rahmetli kardeşcağızım küçücüktü… 
Anladık kardeşin öldü. Bari rahmetlinin ruhu için dürtme arkadaş. Ah kolcağızım.
                    Ben çare arayışındayım. Yakınlarında olabilecek kim varsa sayıyorum:  
                 -  Komşu bayanı.
                    Bu tam isabet. Nereden mi anlıyorum. Dürtmeyi bırakışından ve sağ omzuma “Ha yaşa!” eşliğinde gelen o kuvvetli şaplaktan.
                    Neyse ki yola koyuldular. Tabi ben de bütün işlerimi yoluna koymuşum gibi bir rahatlık hissetmiştim ama bu da yalancı bahar gibi bir şeymiş. Bizim Emin düz yoldan gidecek adam mı?  
                 - Giderken şeye girdim. Söyleyiver. 
Ah bilsem söylemez miyim? Adamın parmağı neredeyse kolumun öbür yanından çıkacak. Acı çekmekten zevk mi alıyoruz şunun şurasında. Bu eziyetten bir şaplak karşılığı kurtulmak istemez miyim! Ama bu adam nereye girdi?
                 - Benzinciye girdin.
- Iıh. Araba zaten gazlı, benzincide ne işim olur. 
  Üf, ne cehenneme girdi bu herif şimdi. Gerçi günahını da almamak gerek. Yardımcı olmaya çalışıyor:
- Bir an önce hastaneye varayım diye…
  Hah şöyle, ipucu ver, dürtüp duracağına.
- Otobana girdin.  
  Aman aman otoban deyince bir sevindi. Bu laf da hiç aklına gelmezmiş. “Ha yaşa”nın son a'sını öyle uzun tuttu ki. Tabi şaplağın acısı da o oranda yıpratıcı; “Keşke çenem ısılsaydı da söyleyemez olaydım.” dedirtecek türden.
                                                            …
                    Emin otobanda ilerliyor. Bir ara başını eğdi:
                 - Şeye geldik. Söyleyiver.
Bir yandan dürtüyor, bir yandan kendi de düşünüyormuş gibi, önüne önüne başını sallıyor. Tabi ben de bir an önce dürtmelerden kurtulup, şaplağımı yemek için beyin mesaisi yapıyorum. Şimdi, arabaya atlamış son gazla giden adam, nereye gelir? Doğal olarak hastaneye gelir de. Her ne kadar kendimi geri geri çeksem de hem yetişip hem daha sert dürtmelerinden bir şey anlaşılıyordu; hastaneden önce gelinecek yerler var. Ne idüğü belirsiz, olmaklara ermeyesice yerler. O an eliyle para para işareti yapışından gişeye geldiğini anladım. Ben “Gişe!” diye bağırmakta oldum, o yine uzun bir “Ha yaşa!” çığlığıyla sağ omzuma, çürüten cinsten şaplağı yapıştırmakta oldu.
                  Bir ara “Artık şeydeyiz.” dese de, ben hâlâ hastaneye varılacağından umutlu değildim aslında.  
                - Söyleyiver.
                  Ben acıyla, “Hastanedesiniiizzz!” çığlığı atmışım.
    Dürtme, ha yaşa, şaplak derken; yenge hanımı doğum odasına soktuk.  
… 
Bu kez, bizim Emin doktorla konuşuyor:
    - Doktor bir şey istedi, söyleyiver.
Şimdi doktor bu, ne isteyecek, para ister.  
- Para istemiştir.  
                  Nerde, bilememişim. Hala dürtüyor. Be adam, sende her doktor gibi para istesene.  Bizim kol elden gidiyor. Emin bir eliyle dürtüp, öteki eliyle de, öf öff, işareti yapıyor. Anlaşılan çok para istemiş. Eh artık azı çoğu yok, hamama giren terler. 
- Çoook para!
  Tam o an dürtmeyi bırakıp bir şaplak attı ki; ardından baktım koptu gidiyor mu, diye. Neyse ki yerinde.
                 Hastane çok para aldı ya, sigortası, Bağ-kur'u da yok muymuş; anlayacağınız, en çok para işine canı sıkılmış. Her ne kadar benim yüzüme karşı olsa da, parayı icat edenler şöyle dört başı mamur bir kalaylandı. Yalnız bir parça yanlışla; ona göre bütün kabahat Libyalılar'daymış.
                 Şimdi bunun Libya ile ne sorunu olabilir? Kaddafi'ye mi kızdı, nedir?
               - Libyalılar derken?
               - Onlar tabi, parayı bulmasalardı! 
                 Ah Emin kardeşim ah, onca acıyı çektirdikten sonra, bunu da bilmeseydin keşke; buna da dayanılırdı.