- Mehmet anlatsana, Ödemiş’te ne var ne yok?
Sağıma soluma baktım, adamla ilgilenen yok. Belli ki karşıdan karşıya bana sesleniyor. Birine benzetmiş olmalı.
Burada bir nişan törenindeyiz. Benim taraflarla bir yakınlığım yok, “Geçerken bir uğrayalım” deyip beni getiren yol arkadaşım kız tarafındanmış. Tek tük fısıldaşanlar dışında konuşan da yok, sanırım pek birbirini tanıyan da.
Ama bizimki beni tanıyor olmakta kararlı. Ne yapıp ne edip, Ödemiş’ten son haberleri alacak. 
- Eee hiç bir değişiklik yok mu Ödemiş’te? Biz gitmeyeli yaşam durdu mu?
                                                    …
Adamı hiç anımsamıyorum. İhtimal de ilk kez karşılaşıyoruz; ama düşünmeden de edemiyorum, acaba tanıyorum da hafızam bana bir oyun mu ediyor? Erkek neslinin üçte biri Mehmet de olsa, “Ahmet” demedi “Mehmet” dedi; doğru. Ara sıra iş gereği Ödemiş’e gidip geldiğim de bir gerçek.
O da zaten “Sen de Ödemişlisin, bana memleketini anlat” demiyor ki; “Ödemiş’te ne var ne yok?” diyor. Bunu bilmek için de Ödemişli olmak gerekmez.
Adam oralıdır, uzun zamandır memleketini görememiştir. Bana “Sen Bayındırlı’sın, komşu ilçede ne olup bittiğini bilirsin. Anlat da haberimiz olsun” demek istiyordur. “Ben seni tanımıyorum, çek arabanı” da denmez şimdi. Yabancı yerdeyiz. Üstelik nezaket diye de bir şey var. Hem ağzım dilim incinecek değil ya, onun da gönlü olsun diye “Ödemiş gayet iyi. Hiç bir yaramazlık yok” deyiverdim.
Sözlerim çok hoşuna gitti. Tabi memleketinde her şeyin yolunda gitmesi kimin hoşuna gitmez.
Adam bu heyecanla, yanımdakinin bir an dışarı çıkmasını fırsat bilip geldi yanıbaşıma oturdu. 
                                                     …
- Selamı sabahı da kestin be Mehmet. Şeyinde değilim, bari yüzünü göster. 
Adama bak şimdi, şeyimde değilmiş, bari yüzümü gösterseymişim. Bir de neremi gösterecektim.
Üstelik çenesi de durmuyor:
- Eee yengenin durumu iyileşti mi? Ağrıları azalmıştır umarım.
Bu adam beni tanıyor. Tanımasa nereden bilecek? Bak, hanımın romatizma ağrılarını bile bildi. Tanımasa ağrılarını hafifleten tedaviden nasıl haberi olacak.  
Ah benim garip başım. Bir ahbabın yüzünü bile anımsayamayacak hale mi gelecektim? İşe güce öyle saldırmanın ne alemi vardı? Kendimden utanmaya başladım vallahi.  
Adam da o denli samimi ki, candan ciğerden. Ah benim yarım aklım! 
- Oğlanın okulu bitti mi? 
Bak bak bak. Oğlanın son sınıf düzeyinde olduğunu da biliyor. Ah Mehmet ah, ne diyeyim ben sana; utan da utancından yerin dibine gir. “Hiç bir şeyin müpdelası olma” demedi mi baban sana? “Oğlum, işin bile esiri olma, bir şeyin esiri olmak insanın aklını zayettirir” derdi hep babacığım.  
Bak işte, yanında oturan adam, senin yaşamını en ince ayrıntısına dek biliyor. Sen yanında kös kös otur artık.  
- Hani bir gün ısrarla maça götürdün de, olay çıktıydı. Kendimizi dışarı zor attıydık. 
 Demek o olaylı maça da birlikte gitmişiz. 
Adamın açtığı her konu bana uyuyor. Yaşamımın bir parçası. Bana uymayan en ufak bir söz söylese, hemen itiraz edeceğim. “Hop hop, yanlış oldu. O ben değilim” deyip konuyu kapatacağım ama söylemiyor.  
                                                              …
Yalnız bir ara kulağıma eğildi:
- Öde gari şu borcunu, bu iş tadını yedi! 
Şaşırdım kaldım, haydi dalgınım falan ama bir de borç çıktı.       
- Ne borcuymuş öyle o!
Adam beni yakaladı, bırakmıyor. Kararlı: 
- Bana bak, unutmuş dümeni yapma. Üç yıl sonra yakaladım, elimden kurtulamazsın. 
Haydi gönlü olsun, diye bir karşılık verdik, şimdi batakçı adaşın borcunu öde. Bir yandan da bileğime sımsıkı yapıştı. Olmayacak:
- Arkadaş, dedim, o senin alacaklı olduğun Mehmet var ya…
- Eee?
- O başka Mehmet.
 O kadar dost sohbetinden sonra inanır mı? Sinirinden kendi kendine söylenmeye başladı:
 - Adama bak yahu, para için kendini inkar ediyor. İnsaf!