Hiç kimse param-pulum var, mamelekim-mevkiim var, diye böbürlenmemelidir. Hatadır. Çünkü bunlar geçici şeylerdir.
Şu yaşlı dünya nice kibirlenenlerin sefaletine tanık olmuştur ve daha da olacaktır. Yükseklerden bir anda tökezleyip yerin dibine çakılanların hallerine çevremizde bile üzülerek tanık olmuyor muyuz?
Yaşam denen olay insanı alır doruklara çıkarır, sınar; sonra bir hatasını bulur, bayır aşağı tengerleyiverir. 
Önemli olan o doruklara yavaş yavaş, sindire sindire, hak ede ede çıkmaktır; dorukta makamın, mevkinin, dünya nimetlerinin içinde sarhoş olmadan işini yapmak; çıktığın vitesle aşağıya inebilmektir.
 
                                                         …
 
Hani o sanat denen uğraşılar, sanat diye emek veren insanlar vardır ya; o emek erbabı işini sırf yeşillik olsun, diye yapmaz. Bu fani dünyada beşeriyet ders alsın diye de yapar.
Bakın sanat deyince aklıma ne geldi: Artık yaşamımız dizi olduğu için izleyen çoktur;  Halit Ziya Uşaklığil’in eserinden uyarlanan Aşk-ı Memnu’yu ele alalım. 
Neydi o Behlül’ün dizideki havası öyle? Sonra Ezel’de façası da çizik mizik üç bölüm dolandı, hakkın rahmetine kavuştu da kurtuldu.  
Ya Bihter? Üç gün sonra, derdini kimselere anlatamayan, naçar Fatmagül olup çıkmadı mı karşımıza.
Adnan Bey’in, 1920’lerde son model telefonlar kullanan biricik mahdumesi Nihal’in, Feriha namıyla, kimselere gösteremediği bir takozla dolaşmasına ne demeli.
İnsanoğlu nereden nereye, belki üç gün sonra, koskoca Ednan Bey’i de perperişan birini temsil ederken göreceğiz.
Dünya bu…
Herkes Firdevs Hanım gibi Osmanlı sarayına kapağı atamıyor ki.
 
                                                          …
 
Ne diyordum? Ne oldum dememeli, ne olacağım, demeli.