Öykü

 Bu işlerin meraklısı da çok oluyordu. Daha kapıdan girer girmez; meraklılardan biri gözünü buna dikmiş, en yakın ranzanın ucuna buyur edip, sorguya başlamıştı. Gerçi İbrahim ardı ardına tutulduğu sorgu yağmurlarından sonra, alışıktı böyle şeylere.

Meraklı ivedi ediyordu; dereden tepeden derken, punduna getirip can alıcı soruyu yapıştırdı:

 -Eee anlat, nasıl geldin buraya?

 Ne desin şimdi? Öyle söz arasında anlatılabilecek denli kolay mıydı onun başına gelenler? Ama bir şey dememek de olmazdı şimdi. “Bir ayıbın yok. Alnımın akıyla geldim.” deyiverdi. Meraklı bu yanıta çok sevindi, heyecanlandı:

-Hah! dedi,  tamam. Alnımın akıyla dedin değil mi? Aynı ben.

Kendim gibi bir kader kurbanı buldum, demek istiyordu ama, ayrıntılar konusunda merakı daha da artmıştı, yüklenmeğe başladı:

-Hadi, meraktan mefta etme adamı!

Bizimki baktı olacağı yok, ucundan kıyısında savunmaya geçti kendince:

-Dövmedim!

Meraklıya gün doğmuştu:

-Tamam dövmedin, ben de zaten nasıl dövmediğini merak ediyorum.

İbrahim meraklıya baktı, ısrarcı, kurtuluş yok:

“Çarşıdan bir şeyler aldım eve gidiyorum. Haydi belediye parkında bir çay içip soluklanayım dedim. Güzeldir bizim park. Yemyeşildir, huzur verir insana. Bir masaya oturdum; çay söylemek için, garson yüzünü benden yana dönsün diye bekliyorum. Parmağımla bir göstereyim, sonra çevirip karıştırma hareketi yapacağım ki, sessizliği bozmadan çayımı söyleyeyim. Ben onu izlerken, başımda biri belirdi:

-Bu masada az önce ben oturuyordum. Fırsatçılık yapma, kalk.

Çevredeki bütün masalar boş ama, bu masada ne buluyorsa, başucumdan gitmiyor. İlle de beni kaldırıp bu masaya oturacak. “Tapusunu mu aldın?” deyivermişim. Adam bir celallendi. Hem uzaklaşıyor hem de laf sayıyor:

-Görürsün sen tapuyu, senedi. Eve gitmeyecek misin?

O gün öğrendim, meğer bizim evin yolu onunkinin önünden geçiyormuş. Ama onun yüzünden yolumu değiştirecek değilim ya, devletin yolu bu. Geçtim de. Daha doğrusu olaylı geçiş o geçiş oldu. Yürüyorum, bir ses:

-Hop hooop!

Bu, başkasının köpeğine “Oşt!” tavuğuna “Kişt!” diyenlere söylenen bir sözdür benim bildiğim. Döndüm baktım, o. Hışımla üstüme geliyor. Daha beklenmedik bir şey, tam bana üç beş adım kala, nasıl olduğunu anlayamadım, yüzüstü kapaklandı. İlgim olmadığından ben de yürüdüm gittim.

Tam akşam yemeğine oturacağız, kapıda polisler:

 -Hayrola?

Emniyete kadar gitmemiz gerekiyormuş. Gittik. Girişte baktım, yine o. Kolu alçıya alınmış, boynuna asılı bekliyor.

İçeri girdim, “İfaden alınacak.” dediler. Suçum? Dışarıdaki adamı dövmek. Hem de öyle böyle dövmek değil. Yatırıp üstünde tepinmek, kemiklerini kırmak.  

Memurlardan biri biraz yakın davranıyor. Sebebi, dışarıdaki kolu alçılı adamı, çalıştığı başka yerlerde de görmüş, sürekli kolu mu kırılırmış ne? Ama o da tanık anlatımlarına takılmış. Ha oraya geleceğim; ben olay anında başka kimseyi görmesem de, adamın iki tanığı varmış. Neymiş? Onu öldürecekmişim ikisi elimden zor almış. Bu durumda, bana iyi davranan memurun da yapacağı bir şey kalmıyor.

Yalnız hareketlerinden daha yetkili olduğu anlaşılanı, bir öneriden bahsetti. O sözde dövdüğüm adam dayanılmaz acılar çekiyormuş, parasal zararı da çokmuş. Ben de bilirmişim ki, hastane giderleri el yakıyormuş. Zararını ödersem, beni affedecekmiş, o zaman bu iş burada bitermiş. Ödemezsem, savcının karşısına çıkarmışız. Memur bu sözlerin üstüne parayı söyledi; adamın istediği parayla az kullanılmış ikinci el bir otomobil alınır. İtiraz ettim tabi. Kılına dokunmadığım adama niçin o kadar para ödeyeyim. Ki, ha deyince bulunabilecek bir para da değil.

Gönderin, dedim, savcılığa. Koskoca savcı, bunların yalanlarına kanacak değil ya. Ben de alnımın akıyla kovuşturmaya gerek yok kararımı alır giderim.

Savcı bey o adamla tanıklarını dinlemiş, beni de dikkatlice dinledi.  Ama “Yahu şu canım memlekette güzel güzel yaşamak varken, dövüşecek ne var?” demesi biraz umudumu kırdı. Ardından da “Bu adamın zararlarını öde bari, yakınmasını geri alsın. Dava açılmasın.” demesi, açık açık işin burada da bitmeyeceğini gösteriyordu. Ama ne yapalım, gider kendimizi mahkemede savunuruz.

Haydi savcı anlayamadı, kandırıldı, diyelim. Yargıç anlayamayacak mı bu adamların yalanlarını.

Beklediğim gibi, birkaç ay sonra mahkeme çağrı yazısı geldi. Olayların gidişinde hiçbir değişiklik yok. Adam duruşmada, meydan dayağı yemiş, hatta linçten kurtulmuş tavırlarda, garip garip sağa sola bakıyor. Arada kolunu kıpırdatıp “Aaahh!” sesleri çıkarıyor. Açıkça kendini acındırmağa çalışıyor.

Tanıklar yine aynı, yetişip ayırmasalar, bugün burada olamazmış. Öldürecekti, demek istiyorlar.

 Neredeyse, yoldan geçtim, diye katliam sanığı olacağım.

 Bu arada tanıklar işi iyice katmerlendirip elimde silah da olduğunu söylediler. Hatta biri daha bonkör çıktı, “Bir elinde tabanca öteki elinde sopa vardı. Sopayla vura vura yere yatırdı, kurşunu sıkacaktı, bileğinden kavrayıp engel oldum.” dedi. Neyse ki, önceki ifadelerinde elinde bir şey yoktu dedikleri için yargıç bu söylediklerine inanmamış gibi  görünüyor.

Yalnız ilginç bir soru sordu. Eğer bana ceza verilecekse hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını ister miymişim, istemez miymişim? İsterim dersem, dosyam beş yıl sergende bekletilecekmiş, bu sürede bir daha suç işlemezsem af edilecekmişim. Bu arada bir ayrıntı daha; kendisini dövdüğümü söyleyen adam  bu durumda benden yine de para isteyebilirmiş. Ona bu mahkeme karışmazmış. Açıklayın dersem, ceza alsam da temyiz hakkım olacakmış. Hiç düşünmeden “Açıklayın” dedim.

Yargıç da boşuna uyarmamış, hapis cezasını bastırdı.

Tabi ben de yasal hakkımı kullanıp temyize başvurdum. Sana anlattığım gibi her şeyi anlattım. Sonuna da  büyük harflerle yazdım: “Bozulmasını” dilerim.

Şimdi, koskoca yüksek mahkeme de bu adamların yalan söylediğini anlayamayacak değil ya.  Ben de alnımın akıyla beraat edeceğim tabi.  

Yıllar sonra bir yazı geldi “Kanıtların değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığından…” Üstelik o da büyük harflerle: Onanmasına.    

Anlayacağınız, onca yalanı kimseye anlatamadım. Sonuçta adamın kılına bile dokunmadığım halde buradayım.”

Meraklının merakı da bitecek gibi değildi:

-Eee?

-E’si işlemediğim suçun cezasını çekmeğe geldim.

Meraklı açıklık getirdi:

-Kimseyi dövmeden?

-Dövmeden.

Bu arada karşıdaki ranzanın üst katında sessiz sessiz anlatılanları dinleyen yaşlıca adam  pek inanmış gibi görünmüyordu, söze karıştı:

-Dövmemişsindir evladım, döver misin hiç! Bak o yanındakine sor. O da hiç çalmadı.

Meraklı durduk yerde söze karışan yaşlı adama çok kızdı:

-Sen kendi işine baksana! Önce o yüzlükleri nasıl basmadığını bir anlatıver bakayım, kardeşimiz de öğrensin, nasıl suçsuz olduğunu.

Anlaşılan buralarda suçluya rastlamak zordu.

Meraklı yaşlının ağzının payını verdikten sonra, bu kez sırtını dönmüş uyuyana seslendi:

-Heey, Şamaroğlanı!. Akşam oluyor bu ne uykusu? Haydi sen de “Dövüldüm!” taklidi yapıp insanları nasıl dolandırmadığını anlat. Enayiler gelip gelip hep senin masana mı oturuyorlardı? Yok yok, yere kapaklanışını bir daha yap, o daha gülüşlü. Hem yeni gelen kardeşimizin de neşelensin.

Adam kalmamakta çok direndi.  Ama, meraklıdan kurtuluş yok. Gitti  zorla kaldırdı.

O da ne? Bu benim dövdüğüm adam. Daha doğrusu, dövmediğim adam.

 

[email protected]