Malum, eskiden bugünkü gibi motorlu araçlar yoktu. Yükler kağnılarla, develerle taşınırdı. Bu yüzden kapımızın önünden her gün sekiz on deve katarı geçerdi. Biz de seyrederdik. Develerin ayağına dikkat etiniz mi bilmem; dairesel ve etlicedir. Bizim köylerde bunları, yuvarlak has ekmeğe (O zamanlar herkes kendi ürettiği buğdaydan yapılan esmer ya da mısırdan yaptığı sarı ev ekmeğini yediği için, çarşıdan alınan ak ekmeğe has ekmek ya da pazar ekmek denirdi.) benzetirlerdi.
Üstelik benzetmekle kalmazlar, şakasını da yaparlardı. Neymiş efendim: Körün birine deve tepmiş de, ekmek çarptı sanıp, yerlerde ekmek aramaya başlamış.
Halk işte, uydurur. Kaldı ki, “Bedava olsun, deve tekmesi olsun” diye bir halk deyişi de vardır.
                                                       …
Nereden çıktı bu devenin ayağı şimdi? Hah buldum, ilham kaynağı gazeteler: 5 savaş gemimiz, 1 denizaltımız Libya’ya doğru yola çıkmış ya ondan.
                                                                  …
Peki bizim orada ne işimiz var? diye soruyor herkes. Ne işimiz olacak, Kore’de ne işimiz var idiyse, orada da o işimiz var. 
Yahşi Batı, Kurt ile Kuzu masalını sahnelemeye devam ettiği sürece bizim işimiz bitmez. Biz de hep kurdun yayında, ama gönüllü kuzu adayı olarak dolanır dururuz.
                          …
Peki, en başta din kardeşlerimiz olmak üzere onca insanı üzdüğümüze göre, biz ne kazanıyoruz? Ne buluyoruz?
El cevap: Hiçbir şey bulduğumuz da yok, bulacağımız da. Emin olun, biz bu kafalarla deve tepmiş kör gibi aranır dururuz!
            …
Kaldı ki, kimsenin bir şeyinde gözümüz de yok, ihtiyacımız da…