Yıllarca esnaflık, devlet memurluğu yaptıktan sonra, hasbelkader hukuk fakültesini kazanıp, okuldan sonra avukatlık stajını bitirmiş, ömrümde ilk kez işsiz ve beş parasız dolaşmaktayım.

Yine de şanslı bir günümde olmalıyım; yol parası bulup Hatay’dan Konak’a inebilmişim. Doksanbir yazı. Amaçsız, beklentisiz Kemeraltı’ nı turluyorum. Salepçioğlu Çarşısı’nın önüne piyangocular sıralanmış; bir piyango bileti alabilsem amortiden fazlası çıkmaz, biliyorum, ama yine de alabilsem. Yol parası bulup Kemeraltı’na kadar inebildiğime göre, bir amorti bilet talihlisi sayılırım da aslında.

Dikilmiş o koca çarşıyı seyrederken, biri omzuma “Şlaapp!” sesi çıkaran bir şaplak attı:

-Merhaba afgat bey, afgat oldun köyü möyü unuttun.

Ben bir yandan, aletsel büyüklüğü yedinin üstünde etki eden şaplağın etkisinden kurtulmaya çalışırken, bir yandan da “Benim meteliksizliğimden haberi yok, bilse böyle mi söyler?” filan gibi düşüncelerde dolaşıyorum. “Yahu ondan değil” dememe izin vermeden devam etti:

-Sen ne şanslı herifsin? 

-Üsen ne oldu?

  -Hadi gözün aydın afgat beey!

 Bizim Üsen, namıdiğer Balyapmaz Hüseyin. “Her şeyin farkında, beni yakalamışken alay ediyor” diye düşünürken, baktım o kendi sevdasında.

-Hadi hadi muştuluğumu ver. Emminden selam getirdim.

 -Aleyküm selam.

 -Hani sana üç ay önce bir milyon borç vermiş ya, o parayı geri almayacakmış,  “Yeğenim sıkılmasın, gurbet elde sürünmesin, rezil olmasın” dedi.

 -Başka bir şey demedi mi?

-Demedi.

  İbram emmim daha ne desin?

                                   

O borç parayı aldığım gün geliyor aklıma. Amcam yine köşesinde; her zamanki kalınca minderli tahtına kurulmuş, mutluluk girdabında, yaşama amacı olan para destelerini sayıyor. Her bir el hareketinde çıkan şak şak sesleri bütün müzik gereksinmesini karşılıyor olmalı, seslerin arasında kendinden geçiyor. Kimileyin beklenmedik olaylar da olmuyor değil. O zaman, desteyi bitirdiği anda yüzü kırışıp buruşuyor, alt dudağını sarkıtıp mırıldanmaya başlıyor;  hatta küfürler ediyor. Anlaşılan yine yüzlük desteyi doksandokuz saydı; ve kuşku yok desteyi teslim eden veznedarın yedi sülalesinin kulakları çınlıyor.

Ama anı anına da uymuyor. Bakıyorum, yüzünü birden yoğun bir tebessüm, hatta gülümseme, birazcık daha zorlasanız çeyrek kahkaha bile denebilecek bir şirinlik kaplayıveriyor.

Para destesini tersine çeviriyor. Tersinden sayarsam artar diye düşündüğüne bahse girerim. Sayıyor, çevirip yine sayıyor; bir sevinç bir öfke, sürekli sayıyor. Ara sıra da kaşının altından bakıp, borç istemeye gelmiş, utangaç, ezik, höt dese soluğu yüz metre ötede alacak halime bakıp keyiflene keyiflene yine sayıyor. Dünyanın en önemli işi, onun paralarını üçyüzbininci kez sayması imiş gibi, beni iki dizimin üstünde saatlerce bekletip yine sayıyor. Ben karşısında ezildikçe, onun ekmek kadayıfı kaymaklanıyor.

 Bir ara, çorabından dışarı fırlamış sol ayak başparmağının altını hararetle kaşıdı. Sonra bir oh çekti:

 -Çook datlı gaşınıyo, ganısozuk!

 Sonra gözlerini, suçüstü yakalamış gibi bana dikti:                                             

 -Sen de nerden çıktın şimdi?

  -Burdayım ya ben, amca.

 -Neye geldin?

  -Biraz sıkıntı vardı, parasızlık hani.

Sanki her sıkıntıya çare olmuş gibi:

-Ohooo, sizden da bıktım gari. Emmi para, emmi para…

                 -…

-Açcık hesaplı gitcen. Tasarıflı olucan. Bak bene, nerde tasarıf edilir, nerde para harcanır biliyom. Hemme, senin buban da böyleydi. Rahmetli, filanın oğlu askerden gelcek yol parası, falanın anası hastalanmış ilaç parası. Sene ne gardeşım. Herkes kendi düşünsün. Diyarbakır Bismil’dekiler insan değil mi? Dönmesin orda otursun, iş bulsun çalışsın. Allah öteki ne de şifa versin.

Rahmetli pederin arkasından bir küfür savursam, kendisi gibi değerli bir insan olmadığımı söylesem harçlığı fazlasıyla kapıcam. Ama bir türlü yapamıyorum. Ben direndikçe amcam, bir babama bir bana hakaret çeşitlemeleri düzüyor.

Daha fazla dayanamadım: “Eee amca ben de seni örnek alıcam bundan sonra.” sözleri dökülüverdi ağzımdan. Ben bu sözü söyleyince amcamın yüzü aydınlandı,  şenlendi. İnadından, düzden de tersten de doksan dokuzda direnen destelerin tümü, bir anda yüze tamamlandı. Amcam, keyifle arkaya kaykılıp, göğsünü kabarttı:

-Ne gidar sıkıntın?

 -İşsizim ya amca, bir beşyüzbin…

 -Ne dimek, yiğenime milyon feda olsun.

                                     

Günlerden çarşamba. Hatay pazarına uğrayıp biraz zerzevat alayım, dedim.  Çokça köylüm var; biraz da sohbet ederiz, hasret gideririz.                                      

Pazar yerinde ilk gördüğüm Hallibram; patlıcan biber zatar. Tembihli olmalı, görür görmez konuya girdi:

-Merhaba bilader. Emminden selam var. Görürsen mutlaka söyle, dedi. Hani sana borç para vermiş ya…

-Eee!

-O parayı geri almayacakmış. Sevgili yeğenim İzmir”lerde rezil olmasın, sürünmesin, perişan olmasın, dedi.

Adam haberi verirken zevkten dört köşe. Herhalde amcamın haberi gönderirken aldığı hazzı paylaşıyor.

Üç beş adım gittim gitmedim Kamil’le göz göze geldik. Selamlaştık, birbirimize gülümsedik, hoşbeş uzadıkça “Tamam” dedim, “Bunun bir şeyden haberi yok.  Amcam selam melam söylememiş, biraz sohbet edelim.”:

-Eee Kamil, daha daha?

 Uzatmasan iyiymiş, anımsadı:

-Allah’ın selamını unutacaktım neredeyse. İyi ki anımsattın, o şeyi geri almayacakmış.

 -Neyi?

-Hani sen buralarda sürüyormuşsun mu neymiş. İbram abi parasıyla seni kurtarmış ya.

-!

 -O parayı geri almayacakmış “Yeğenim rezil olmasın, sürünmesin” dedi. Çok çok da selam gönderdi.

Lanet olsun, bu zıpır da biliyor.

Anlaşılan amcam, yönünü İzmir’e çeviren herkesle haber gönderiyor.

Olmayacak, pazar yerini hızla terk ettim. 

Üç beş kişi daha uzaklaştığımı görüp haberi, selamı ulaştırmaya çalıştı. Sözcükler bölük pörçük hala kulaklarımda: ”Selamları…”, “Sürünmesin…”, “Reziiill…”, “Nereyeee?”

Sürekli de iş arıyorum. Yine arayışta olduğum günlerden birinde Konak’tan Hatay’a, eve dönüyorum. Yorgunluktan iki adım atacak halim yok. Bari biraz dinleneyim, deyip Üçyol’daki Dallas Pastanesi’ne oturdum. Bir çay söyledim, gelene gidene bakıyorum.  Yoldan geçen biri içeriye baktı. Adamı tanıyamıyorum; ama o beni tanımış olmalı, geldi masaya oturdu.

-Memet!

 -Buyur.

 -Tanıyamadın mı?  Abdullah abin. Ovalı Abdullah.

 -Haa bildim.

Ben küçük çocukken İzmir’e taşınmış. Hiç görmemiştim ama adını duyardım. Sohbet başladı, koyulaştı. Ölenlerden kalanlardan konuştuk. Babamdan bahsettik.  Olacak ya bomba o anda patladı:

-Babandan bahsedince aklıma geldi, dedi.

Geçenlerde köye gitmiş de, amcanla oturup konuşmuşlar bir ara.

 -Ne yapıyor amcam, dedim, iyi mi?

-İyi iyi.  Senden bahsetti. ” Sen İzmir’desin, görürsün, benim yeğen afgat oldu.  Ama İzmir’lerde rezil zebil, resmen sürünüyor. Ona bir milyon borç para vermiştim. O parayı geri almıycam. Rahat etsin.” dedi. Hadi gözün aydın.

Hiçbir şey demeden kalktım. Hatay Caddesi boyunca yürüyorum. Tüm olumsuzluklar ardı ardına geliyor. “Be adam herkese mi söyledin? Hiç mi insafın yok!” diye diye amcama verip veriştiriyorum. Yolun bir sağına bir soluna geçiyorum. Bayağı yürümüşüm.

                                   

Hepsi ardı ardına gelecek, dedim ya, karşıdan Hasan geliyor. Dişine göre dedikodu bulursa, ulaşamadığı yerlere mektup yazar yine ulaştırır, Salak Hasan.

Herif salak malak ama benim durumum çok daha vahim. Eyvah gördü!  Aramız uzak, sokak aralarına dalıp izimi kaybettirmeliyim. O da aynı şeyleri söylerse çıldırırım. Ara sokağa daldım, ama gördü, sokak aralarında fellik fellik beni arıyor. İlle de müjdeyi verip hakaret edecek, keyiflenecek.

Hasan’dan kurtulmak için o gidinceye kadar vakit geçirecek güvenli bir yer arıyorum. Eve uzak, tanıdık esnaf da yok ki bir dükkana gireyim.

Bir an baktım, cankurtaran simidi gibi, Hatay Polis Karakolu karşımda duruyor. İçimden bir oh çekip, daldım içeri.

-Selamünaleyküm. Ben Avukat Mehmet, Stajımı yeni bitirdim biraz pratik göreyim, diye size geldim. Nasılsınız?

-İyiyiz, dediler. 

 Hoşbeş, çaylar, kahveler… Ben bir yandan arkadaşlarla sohbet ediyoruz, öte

yandan da ”Acaba bir yerlerde hala beni bekliyor olabilir mi?” diye düşünüyorum. Pusuya yatıp beklediğini düşündükçe yüreğim cız ediyor.

Beş saatimi burada geçirmişim. Artık gitmeliyim. Acıktım. Evdekiler de bekler:

-Bana müsaade, iyi mesailer, deyip çıktım.

Hava kararmış. Caddenin karşısına geçip Konak yönünde eve doğru yürümeye başlamıştım ki; acı bir fren sesi ortalığı inletti. Hay Allah! Aksam saati, insanların evlerine çoluk çocuklarına koştuğu bir anda trafik kazası. Çevredekiler yaralının başına üşüştü. Herkeste bir telaş, bağırışmalar: “Ambulans çağırın!”, ” Kırık mırık var mı?”, “Başına darbe almış mı?”

Çarpan şoför kendini savuruyor bir yandan:

-Birden önüme çıktı. Ne yapabilirim abi. Hemen fren yaptım ama mesafe çok kısaydı…

Vakit öldürmeye de çalışıyorum ya, ben de gittim yaralının başına. Yüzü gözü kan içinde, tanınmaz halde. Ama bilinci yerinde. Görüyor, konuşuyor. Hatta onca kişinin arasından beni tanıdı:

-Almayacakmış o parayı geri. Sürünmesin, dedi. Rezil olmasın, dedi.

Şoföre döndüm; “Niye sıktın o freni, bir salak eksilirdi!” der gibi ters ters baktım, anlamasa da…

 

                                                  

İş bulunca ilk aylığımla borcumu ödedim. Artık amcamın selamları bitme noktasına geldi; ama ben, bizim köylüleri görünce saklanma huyunu hâlâ üstümden atamadım.