“Pek çokları gibi ne mafyaya özenmiş, ne külhanlığa, ne de vurdumduymazlığa… Kahve köşeleri cezp etmemiş kendisini. Almış eline kalemi yazmayı seçmiş. Kalemin kâğıda temasında kibritten daha çok yangın çıkaracağını sezmiş. Kendi ülkesinin gerçeklerini bire bir tespit etmeye çalışan bir genci övmek her halde yanlış bir düşünce tarzı olarak değerlendirilip, önüme konmaz. Günümüz gerçeğindeki Türkiye’ye uymayan bir genç O. İşsizlik, parasızlık, yoksulluk vs. vs. onu istediği gibi yönlendirememiş. Başak olup öğütülememiş, un olmamış çokları gibi. İstenilen şahsiyet onda vukuu bulmamış. Şöyle bir bakarsak ülkemize gençlik adına, neler bekler bizi; işsizlik, umutsuzluk, çaresizlik ve yokluktan başka…”
Bu satırlar, bundan tam 7 yıl önce askere giden bir avukat kâtibi için o gün ve halen adliye yazı işleri müdürü olan değerli bir isim tarafından kaleme alınmış bir köşe yazısının sadece küçük bir bölümüdür.
Övünmek gibi olmasın; “O kâtip benim…” 
Liseyi bitirdiğim yıllardı. Bundan 16 yıl kadar önce… Arkadaşlarım iyi bilir; silahsız gezmezdim. Silah adeta bir parçam gibiydi. Silah belimdeyken kendimi çok ama çok güçlü hissederdim. O kadar ki bana şehrin tek hâkimi benmişim gibi gelirdi. Örneğin arkamdan uzun farlarını yakarak gelen adam havaya bir el sıktığımda farlarını bile kapatırdı. Müthiş keyif alırdım. Ne bileyim, silah belimdeyken sanki kızlar daha bir içten sarılırdı. Düğünlerde şarjör boşaltırdım. Yetmezdi. Gece çıkar balkondan saydırırdım. Siyah uzun paltom ve üzerine bakarak saçlarımı taradığım nikelajlı silahımla ben sizin anlayacağınız şekliyle tam bir magandaydım. Her tarafa borç takar. Yürürken sokak değiştirirdim. Hatta burada yazamayacağım ve sizin bana asla yakıştıramayacağınız şeyler bile yapmıştım. Muştalı, mınçıkalı, silahlı kavgalarımız oldu. Hemde hiç yoktan sebepler üzerine…  
Sonra ne oldu ve nasıl olduysa değiştim. Borçlarını ödeyen, kahveye gitmeyen, içki içmeyen ve en önemlisi de silahsız gezen biri oldum. Çalışıp hayatımı kazanmaya başladım. Hayallerim oldu benim. Anlattığımda çoğunun gülüp geçtiği, o zaman için hayal şimdiyse kısmen gerçek olan hayallerim.
Bendeki kavganın yerini barış ve hoşgörü aldı. Öyle ki, dün yan baktı diye adamın kafasına silah dayamaya hazır olan ben bugün yedi ceddime söven adamla kanun önünde hesaplaşır hale gelmiştim. Efendiliğimin semeresini toplamaya başlamıştım. Artık beğeniliyor, seviliyor ve takdir ediliyordum. İyi amaçlar uğruna Emniyet Müdürü’nden Başsavcı’ya, Belediye Başkanı’ndan Kaymakam’a kadar davet edilen, yürürken bile yolda hiç tanımadığı/görmediği insanlardan tebessüm eşliğinde selam alıp veren bir adam olmuştum.
Evet, ilk başta okuduğunuz satırlarda Olgun ağabeyimin de yazdığı gibi ben kalemin kâğıda temasını seçtim. Silahın, kavganın ve kabadayılığın lüzumu yoktu çünkü. Cümleler kurdukça şarjör boşaltmış gibi zevkleniyordum. Artık bıçakla, satırla değil satırlarımla girişiyordum kavgaya…  
Değişmeseydim belki, beni gazetelerde bir kere okuyacaktınız. Başlık büyük ihtimalle “öldürdü” yâda “öldürüldü” olacaktı. Anlayacağınız gazetelerde ya katil yada maktul olarak yer alacaktım. Değiştim. İyi de oldu. Yaklaşık 10 senedir gazetelerdeyim. Ne öldürdüm, ne öldürüldüm.
Peki ya silahı, bıçağı elinden bırakamayıp öfkesine hâkim olamayanlar?
Gazetelerde okuyorsunuzdur: “Ödemiş’te tarla kavgası cinayetle bitti, Ödemiş’te sokak ortasında infaz, Ödemiş’te cinayet, Ödemiş’te korkunç cinayet, Ödemiş’te bir günde iki cinayet”
Yok mu arttıran?
Cinayetin korkuncu mu olurmuş demeyin. Yanlışlıkla öldürülen adamlar bile var. Dikkat edin ama adam değil adamlar… O kadar çok yani! Penisi kesilip bahçe arasına atılanı mı arasınız kahvede çayını yudumlarken alnından mıhlananı mı? Benzin istasyonunda traktörünü yıkarken hiç bilmediği kişi yâda kişilerce ve hiç bilmediği bir mesele yüzünden kurşun yiyen bile var. Bacağına, topuğuna sıkılanları saymıyorum.
İyi de birader neden?
Nedeni o kadar basit ki… En başta sevgisiz bir toplum olduk. Sevgimiz olmadığı için tahammülümüzde kalmadı. İnsanlar dertli, insanlar mutsuz, insanlar çaresiz, insanlar borçlu, ve insanlar insanlıktan çıktı. Sözün özü dostlar, benim tavsiyem; kimseye “Çatayım, sataşayım, akıl verip uyarayım” demeyin. Aksi takdirde şansınız varsa en iyi ihtimalle hastanelik olursunuz. Yok değil şans size uğramazsa ya mezara yâda hapse girersiniz. Çünkü ortalık kaybedecek çok şeyi olmayan insanlarla dolu…
Allah kötüye/kötülere çattırmasın!
Not : Dün, hasta ve halsiz yatan kızımı izlerken ilk defa acaba artık yazmasam mı diye düşündüm. Çok basit nedenler yüzünden işlenen cinayetlere baktığımda öldürülmek için bir hayli çok sebebim olduğunu fark ettim. On yıldır yazıyorum. Ve on kuruş menfaate tenezzül etmedim. Onlarca dost kazandım ve onlarca da düşman… Hafif bir eleştiri yazısı için bile mail kutuma küfür ve hakarete, hatta ağız burun dağıtmaya varan tehditler düştü. Hem yakında kalemde suç aleti vasfına sokulacak gibime geliyor. Sonra bir karar verdim: “Kızımı bir daha görememe ve hatta hapislerde çürüme pahasına da olsa devam!” Kızımın yaşayan ama gerçekleri açıklamaktan korkan yüreksiz bir babası olacağına doğruları yazdığı için vurulan bir babası olur fena mı?