Hastabakıcılarla konuşa konuşa, şakalaşa şakalaşa baş tarafından koğuşa girdi. Yanımdaki boş yatağa yatırdılar.
 “Arkadaş Ali; dipteki koğuştan. Tayini buraya çıktı” dedi,  muzipçe olanı. On yataklı, dokuz hastalı sessiz koğuşumuza bir ses bir devinim geliyordu. İki haftadır yatıyorum, kolundan ameliyatlı Seyfi’yi saymazsak biz sekiz yatalak sessiz sessiz duvarları seyrediyoruz. Arada kapının önünden geçenler oluyor ama sesleri yankılanıp homurtu gibi geldiğinden konuştukları anlaşılmıyor. Seyfi ara sıra salondaki televizyondan haberler getiriyor, doktorlar izlemesine izin verirse. İlk gol Sinan’dan ikincisi Tezcan’danmış. Bu yıl transferler isabetli. Seyfi, ikincide daha heyecanlı dönüyor salondan. İkinci Barış Harekâtı başlamış. Büyük olasılıkla yine karartma yapılırmış. Başbakan Ecevit “Ada’ya barış gelecek!” demiş.
Bizler böyle Seyfi Ajans’la ite kaka vakti geçirmeye çalışırken, Ali’nin gelişi büyük değişiklik oldu. Sessizlik yerini sohbete bıraktı. Dip köşede yatan yaşlı amcaya bile ilk kez ağzını açtırıp “Ali sen çok yaşa. Sessiz sessiz geberip gidecektik buralarda!” dedirtti. 
                                                          
                                                              …
 
İlk birkaç gün sıkıntıdan kurtulmanın sevinciyle geçti. Fakat bizim Ali azıcık fazla mı hoşsohbetti, yoksa böylesine “Çenesi düşük” mü demek gerekiyordu bilmem?
Evet, yeni arkadaşımız açıkça susma özürlüydü. Koğuştaki herkes kırık çıkık özürlüsü iken bir de susma özürlü eklenmişti. Ali’ye “gık” demeyegör gık üzerine altı saat konferans veriyor, her ağzını açanın lafını kapıp o konuşuyor. 
Bir ara karşısında yatan yaşlının karnı ağrımış olacak, oğuşturup yüzünü buruşturunca söze de gerek kalmadı. Ali “Bu” dedi “Ya bağırsak tümörüdür ya da düğümlenme. Şakası yoktur.  Amcamı yirmi günde aldı sattı.”
Zavallı yaşlı, iki saat ölümünün nasıl geldiğini, nasıl alıp gideceğini dinledi korkulu gözlerle. Hep birlikte uyuyormuş gibi yaptık da, amcayı Azrail’in elinden zor kurtardık. Ali, uyumayan var mı, uyuyup uyanan var mı,  diye bakındı durdu geç saatlere kadar.
                                                                …
 
Üç beş gün daha geçince koğuşa iyice hâkim oldu. Bir ara sıkılıp ağzımdan  “Offf…” diye bir ses çıkarmış bulundum. Ali bir şey anlatacağımı sandı. Hemen sözü aldı:
- İki kez gittim.
- Nereye
- Of’a. 
Abisi askerliğini Of’ta yapmış. Babası hem memleket görsün, hem de abisiyle hasret gidersin diye iki kez götürmüş. İki üç saat kadar Of’u, yolculuk anılarını anlattı. Tabii ben de bir daha of çekmemeye yemin ettim.
 
                                                           …
 
Bir hafta içinde çocukluğunu, okul yaşamını, Of seyahatlerini, sünnet oluşunu, öğretmeninin evlerine nasıl konuk olduğunu, ayrıntılı askerlik anılarını bıkıp usanmadan ve yorulmadan otuzar kırkar kez anlattı. Her ağzını açanın lafını ağzından aldı o sürdürdü.
Islık çalanlar sünnetini, o diyenler okul yaşamını, ö diyenler öğretmeninin evlerinin gelişini “Aa sus artık!” demeye yeltenenler askerlik anılarını dinlemeye zemin hazırlamış oldu. 
 
                                                           …
 
Anlayacağınız Ali’ ye karşı önlemi elden bırakmamak gerekiyor. Yoksa her sesi kötüye kullanıyor. Ama herkes bu olgunluğu gösteremiyor ki; özellikle hemşireler… Eğitimleri mi zayıftır, aile terbiyeleri mi kıttır bilinmez; gelmiş Ali’ye “Ağrın var mı?” diyor.
Var! Ali’nin ağrısı olmaz mı? Hem Ağrı’sı var hem de Muş’u.
Askerliğini de Çölemerik’te yaptı. Acemilik Burdur’da topçu. Komutanı o denli üstüne düştüğü halde çavuşluğu istemedi. Kendileri öyle kurs murs sevmezler. 
Hop hop hemşiranım! Nereye? Arının yuvasını bozdun; şu askerlik anısını kırkyedincisinde birlikte dinleyelim. Eh artık ikibuçuk saatinizi feda edersiniz!
Nerde! Çekti gitti. Tabii Ali canavarı onun umrunda mı? Git öteki koğuşlara; “Ağrın var mı, şunun bunun var mı?” Ohhh. Gelsin dolgunundan aylıklar. Ninem de yapar öyle hemşireliği. 
           
                                                              …
 
Sonradan öğrendik; Ali, dipteki koğuştan sürgün gelmiş. Bulmuşlar sekiz sessiz adamla bir yerinde durmaz Seyfi’yi, bağışlayıvermişler!
Ben de sizin alayınızı şikayet etmezsem. Taa Ağrı’ya sürdürmezsem. Alışıksınız ya, hastaya sorarsınız artık:
- Teyze ağrın var mı? 
El cevap
- He vallah. Hem elim Agri, hem başım agri, hem de belim 
agri. 
 
                                                           …
 
Hemşire gidince tüm koğuş, bağır çağır Ali’yi susturduk. 
Ama şeytan da dürtüyor. Bu Ali’ye bir oyun oynamalı, diye. Düşündüm düşündüm, buna bir “av” diyeyim. Acaba ne anlatacak? Avcılıktaki hünerlerini mi anlatacak, avukatından şikayetlerini mi, avakado meyvesinin vitamin varsıllığını mı ortaya dökecek. Ali ne yapar eder bir şeyler bulur. Avludan, avarelikten de bir şey üretemezse avurtlarını şişirir, avcuyla vura vura “zort zort” ses çıkarır, yine sözü alır.
Bağırış çığırıştan pısmış, sessis sessiz duran Ali’nin yüzüne baktım. Sinsi sinsi, biri “gık” desin diye havayı kokluyor. 
- Av, dedim. 
Ali’nin gözleri parladı. Somurtan yüz doğal kıvrımlarına kavuştu. 
- Benim, dedi, küçücük bir finom vardı. Hiç yanımdan ayrılmazdı. 
Gelene geçene senin gibi “av av av “ diye ürer dururdu…
 
                                                                …
                    
İki saat kadar finoyu anlattı. En son araç ezmiş, mezar kazıyor. Kendim ettim, kendim buldum diye diye, dinliyorum. Ama dayanmak zor. Herkes bana ters ters bakmaya başladı.   Yalvarmaktan başka çare yok:
- Göm artık şu iti. Ali. Kulun kölen olayım. Fino köpeğin olayım Ali.