Tam ikramlar dağıtılıyordu, titrek bir ses duyuldu: “Arıza arıza! Kemerlerinizi bağlayın.”  

Bir an hostese baktık, yan koltuktakilerle birbirimize bakıştık; herkesi bir korku sarmış. Sağa sola yatan uçak, büyük gürültüyle düştü. Sol kolumda şiddetli bir ağrı,   hatta acı. Ama hissettiğime göre yaşıyordum, şanslıydım…

                                      ...

Uzun otobüs yolculuklarını çok severim. Gazeteler, dergiler, kitaplar bulundurulur; kitaptan birkaç sayfa okur, dergiye, gazetelere geçer ilginç bulduğunuz haberleri, makaleleri okursunuz. Sonra biraz kestirirsiniz. Uyur uyanır, bir şeyler atıştırırsınız. Camdan köyleri, kentleri doğayı seyredersiniz. Gecesi ise daha değişik bir keyif verir. Örneğin, sekiz on saatlik bir yere iş gereği yapılan olağan bir yolculuğun tadına doyamazsınız.

Bunlar yolculuğun keyifli yanları. Ancak, kimi olumsuzlukların yaşanmaması koşuluyla. Hani elektronik aygıtlarda,  üzerinde volüme yazan bir düğme vardır ya, o düğme sesi açıp kapamak, azaltıp çoğaltmak içindir.  İşte, o ses düğmesi arızalı bir yol arkadaşınızın olmaması gerekiyor. Bu düğmenin sağlığı, yolculuk keyfinizin olmazsa olmazı.

Böyle düğmesi arızalı kişiler, usulca söylenmesi gerekeni de, yalnızca düşünülmesi gerekeni de, başkasını ilgilendireni de ilgilendirmeyeni de bağıra bağıra anlatırlar. Hatta anlattıkları gereksiz şeylerin can kulağıyla dinlenmemesine çok fazla üzülürler, sinirlenirler.

                                                                

İzmir garajında, saat yirmi on beş otobüsündeyim. Otobüs kalkmak üzere. Yanımdaki koltuk hala boş. Ben cam kıyısındayım. Yol arkadaşım, şöyle okumayı, uyumayı seven biri olsun, diye geçiyor içimden. Önceki gece uyku tutmadığı için, çeneli birine de hiç katlanamam.

Son dakikada, benden üç beş yıl önce doğmuş görünümlü biri, soluk soluğa gelip, yanıma oturdu:

-Selamünaleyküm.

 -Aleykümselam.

  Birkaç nezaket tümcesi daha, sanırım yeter… Gerisi rahat bir yolculuk.

                                                            

On beş yirmi dakika başka bir şey konuşmayan yol arkadaşım sessiz biri gibi duruyordu, oysa yorgunluktanmış, dinleniyormuş. Dinlenme ve ısınma döneminden sonra ne denli hoşsohbet, hatta hoşuna da gerek yok, yalnızca sohbet olduğu, onun da açılımını yaparsak yalnızca “çene” olduğu anlaşılıyordu.

Başladı, anlatıyor. Susacak gibi de değil. Dakikalar ilerledikçe üstümde bir ağırlık; adam sanki ninni söylüyor. Her iki göz kapağımın üstüne de birer şişman adam oturmuş. Önceki geceden kalan uykusuzluğumdan yararlanıp keyif çatıyorlar. Çabala çabala, başaramıyorum; adamlar kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Arada bir sendeleyip kendime geliyorum; adamlar serpilip gidiyorlar. Ama başım koltuğun arkalığına değerken, zıplayıp yine çıkıyorlar.   

Uyur uyanık anladığım kadarıyla, çiftçi bir aileden. Çiftçilikte hiç bir şey para etmez olunca kente göç etmişler. Köydeyken çok varlıklılarmış. Atadan zengin. Zamanında paraya para demeyen kişilerden. Hatta bunu açık açık söylüyor: “Benim tarlalarım dokuz köpeği doyurur!” dermiş, babası. “Hatta o yüzden okula bile yollamadı”  diyor. Kim sahip çıkacakmış onca mala mülke?  Kim yiyecekmiş onca nimeti?

                                                        

Öyle tekrar tekrar, ballandıra ballandıra anlatıyor ki, uyku aralarında bile bir şeyler anlayabiliyorum. Anlattıkça, benim “Bal yemeyeceğim” dercesine isyan edip kapanan gözlerim karşılık vermeme engel oluyor.

Ama onun susmaya hiç mi hiç niyeti yok. Arada, ilgilenmediğimi göstermek için, gözlerimi yumup ona dönüyorum, “Bak işte seni dinlemiyorum, boşuna anlatıyorsun” demeye çalışıyorum. Nerde, bu garip halim hiç ilgisini çekmiyor. Artık başına silah dayanmış gibi onu dinliyorum. Anlattıklarının benim mutlaka bilmem gereken şeyler olduğunu düşünüyor olmalı; sıradan bir insanın saygısızlık sayacağı davranışlar onu hiç etkilemiyor. Hatta o denli etkilemiyor ki, bir anlık kendimden geçişlerimi fark edip “Sen beni dinlemiyor musun?” der gibi eğilip yüzüme bakıyor. Yarı açık gözlerimin içine içine, az önce söylediklerini, sesini daha da yükselterek yineliyor. Bununla da dinlediğimden emin olmazsa işaret parmağı ile dürtüyor. O da olmadı, koluma bir çimdik atıyor.  İyice uykuya daldığımda  “Uyan saygısız herif!” der gibi, kolumu burkuşturduğu bile oluyor.

Peki bu adamın hiç soluklandığı olmuyor mu, diyeceksiniz. Arada üç beş dakika oluyor tabi; ama ben tam “Tamam anlatacakları bitti. Artık rahatça uyuyabilirim” dediğim anda, sanki sözlerine karşı çıkmışım, hatta saçma bir laf etmişim gibi “Enkölü demeee!” diye tepki gösterip kaldığı yerden devam ediyor.

                                               ...

Beş altı saat uyuma umuduyla başladığım gece yolculuğunda, uykuda geçen sürem taş çatlasa yarım saat. Bu da dalışımla çimdiklenmem arasında geçen anların genel toplamı.

Sözlerine hiç bir karşılık vermediğim halde, nasıl oluyor da o kadar yanıtı bulabiliyor, şaşırıyorum.

                                                                

Ankara’ya gidiş sebebi, ortanca oğlunun askerliği. Oğlunun, komutanı ile arası pek iyi değilmiş. Bir ara kolumdan bir parça kopmuş gibi acıyla irkildiğimde onu anlatıyordu. Ne anlayışsız, ne vicdansın bir adammış o öyle. Hiç rahat bırakmazmış, hatta uyku bile uyutmazmış oğluna. Çimdiğin acısıyla, “Umarım komutanın tayini filan çıkmamıştır da, seni de bir güzel çimdikler” diyesim geliyor.

O anlatıyor:

 -Büyük oğlanın sorunu da büyük.

Komşunun kızı ile anlaşıyormuş. Kızın ailesini beğenmiyor bizimki, biraz yeğni buluyor. “O ailenin şarşorluğu bizim aile terbiyemize, ahlakımıza uymaz” diyor. İçimden “Nedenmiş o?” dediğimi de duymuş gibi, örnek veriyor: Babası kıza “Yemek hazır mı?“ demiş de, kız dilini çıkarıp “Böö!” yapmış. “Al işte“ diyor. Yine yüzüme eğiliyor:   “Böyle gelin bizim kariyerimize yakışır mı muhterem?” Çenesi iyice açılmasın, diye yanıt vermiyorum.

İçimden “İnşallah sana “Böö!” yaparken eliyle de “Al al!” eden bir gelin düşer” diyorum yalnızca.

                                                         

Anlatacakları hiç bitmiyor dedim ya, karısı ile de sorunları var. İlle de babamdan kalan son tarlayı da satıp hacca gidecem” diye tutturuyormuş. Üstelik, öcü gibi örtünmüş, yüzünü gözünü kimseye göstermiyormuş. Bununla kalsa iyiymiş, eline ne geçerse götürüp birilerine teslim ediyormuş.  “Bizi onlar kurtaracak, senin gibi şarapçılar, değil!” diye de hakaret ediyormuş.

 “Halbuki yılbaşından yılbaşına içiyorum” diyor. Şimdi de, uykusuzluğumu bir yana koyup, yol arkadaşımın derdine düştüm: “Be kadın, çocuklar büyüdü. Elde yok avuçta yok. Yedirme paramızı kimseye. Bu durumda hac da caiz değil; çok istiyorsan umreye git. Hem daha ucuz, hem bak, sosyete öyle yapıyor” de, diye kendisine destek vereceğim ama olmaz. Bunu yaparsam değil Ankara‘ya, gidilecek olsam, Kars’a kadar uyutmaz.    

                                                       ...

Yolculuğun son birbuçuk saatine girmiş olmalıyız. Bundan sonra da uyuyamazsam yarınım zehir olur. Hayalet gibi dolaşırım Ankara sokaklarında.  

Bu arada yol arkadaşımın, üç beş dakikadır sesi çıkmıyor. İçimden, “Tabii o da insan, can taşıyor, uyuyacaktır” diye düşünürken, “Sen öyle san!” dercesine yeni bombasını patlatıverdi:

-Yahu birader, ne olacak bizim kızın durumu?

Tam her şeyi sınava girecek kadar öğrenmişken, bu son soru her şeyi altüst etti. Şaşkınlık içinde bu kez ben onun gözlerinin içine baktım. Günün selamlaşmadan sonra ikinci küme özcükleri döküldü dilimden:

-Senin kızın da mı var?

Sanki bilmem gerekiyormuş da bir kusur işlemişim gibi tepkili:

-Olmaz mı amcası?  Fatma var ya!

Nerden bileyim! Dayımın kızı değil ki. Ama bu son darbede bütün kabahat Fatma’da. Ahh Fatma, senin doğduğun güne lanet olsun!

Yolculuğun son dakikalarında uyumuşum. Ne kadar uyudum bilemiyorum.  Bir el omzuma dokunup uyandırdı. “Geldik!” dedi.

                                                                     

Sağıma soluma baktım, bir ben bir de görevli:

-Uçak buraya mı düştü?

 Görevli, alaylı alaylı:

 -Evet, tam da bu noktaya düştü. Haydi sen de düş, işimize bakalım. Uçağı bakıma alacağız.

 Ben hala ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum:

 -Hani uçak düştüydü. Çok kayıp var mı?  Ben de sol kolumdan yaralıyım sanırım, çok ağrıyor.

Görevli önce şaka yaparken, sorular, artınca sertleşmeye başladı:

-Nedendir bilmem, bütün çenesi düşükler beni bulur. Pes!