-Sen kan kuyususun, sopalıksın!
-Ne bileyim. Akıl edemedim. Düşünemedim. 
-Yahu on beş gün önce niye gelmiyorsun? İşin gücün ihmalcilik. Hiç bir işi zamanında yapmaz mısın sen? 
-Abi, bir kenara sıkıştırıverseydin. Öteki okul çok uzak da. 
-Bak bak bak; şimdi benim yeğenim sıkış tepiş bir sınıfta mı okusun? Sende hiç vicdan yok mu? Babalık denen şey bu mu? 
-Bilmem? 
Anlattığına göre adam haklı. Okul yeni açılmış. Müdür uzun süre öğrenci aramış sınıfı tamamlamak için; başka mahallelerden bile öğrenci almışlar. Şimdi de sınıflar dolmuş, akrabam diye benim için eğitim düzenini altüst edecek değil ya. Müdür yardımcısı da olsa bu doğru değil. Hem yirmi beş kişilik sınıfa yirmi altıncı öğrenciyi tıkıştırmak kimin vicdanını sızlatmaz?
Ben, eşimden dostumdan, akrabamdan hep memnun olmuşumdur. Onlar bana hiç bir zaman olumsuz yanıt vermemişlerdir. Zamanında ve haklı olan, hiç bir isteğimi reddetmemişlerdir. 
Hataları hep ben yapmışımdır. Hiç bir şeye zamanında yetişememişimdir; bulunmam gereken yerlerde hazır olamamışımdır. Kabahatler hep bendedir, kabul ediyorum.
Öyle ya, treni kaçıran adam için istasyon şefi ne yapabilir?
Dedim ya, beni hep hoşnut etmişlerdir. Örneğin, para sıkıntım olduğunda,  hiç kuşkum yok, derdime ortak olurlardı. Ama ben? O ben var ya o ben. Şanssızlık mı desem,  beceriksizlik mi desem, hep onlar paralarının son kuruşunu harcadıktan sonra yardıma gereksinim duymuşumdur.
Kemal örneğin; yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. Bende para olunca,  sormaya bile gerek duymadan, çeker cüzdanı, gerektiği kadar alırdı. Bir gün paraya çok sıkışığım, dükkânına gittim; cüzdanını çıkardı bomboştu. Kasayı açtı, in cin top oynuyor.  Sitem etti tabii:
-Ah be kardeşim, insan yarım saat önce gelmez mi? Madem açığın var,  akşamdan bir çıtlatılmaz mı? Yarım saat önce günü gelmemiş faturaları bile ödedim. Yani sen de Mehmet! 
-Sağol kardeşim. Bilemedim, düşünemedim.  
Bir ara işsiz kalınca da yaşadım bunu. Bu kez Seyfi’nin yanına gittim:  
-Kardeşim, dedim, bana yanında bir iş ver. Geçici de olsa olur. Çok zor durumdayım. 
Bu konuda o da dertliymiş. Üç ay işçi aramış, ne eş dost kalmış ne işçi bulma kurumu. Çalmadık kapı bırakmamış. Bilseymiş benim işe ihtiyacım olduğunu, hiç arardurur muymuş?
-İşte, dedi, işçi bulmanın zorluğunu bildiğimden, iki tane birden aldım.  Varsın çift aylık ödeyeyim. İşim görülsün. 
 Bu arada haklı olarak bana da kızdı:
 -İlahi kardeşim, sen de sopalıksın yani. İnsan işsiz güçsüz dolaşır da bir uğramaz mı?  Biz yabancı mıyız?
Bir dostun varlığını düşünemeyen, vefasız bir arkadaş olarak nasıl mahçup olduğumu anlatamam. Boynumu büktüm:
-Akıl edemedim, bilemedim. Bağışla.
… 
Ev sahibi, “Tadilat yaptıracağım evi boşalt” deyince, şanssızlık yine peşimi bırakmadı. 
Okul arkadaşım İsmail’in en az on oniki kiralık dairesi olduğunu biliyordum, yanına gittim. Onca yıllık canciğer arkadaşım, beni sokakta bırakacak değildi ya.
Evine vardığımda konuklarını uğurluyordu. Buyur etti. Hoş beş derken konuyu açtım. O daha çok sinirlendi:
-Pes artık, sen gerçekten sopalıksın. Oğlum, insan on dakika önce gelmez mi? Aylardır bir sürü daire boş duruyordu. Kiracı diye çıldırıyordum. Hatta boş kalmasınlar diye ikisini öldüm pahasına verdim. İnanmayacaksın, dördünü bu hafta verdim. Az önce gidenlerinki sonuncu daireydi.
Hiç bir şeye zamanında ulaşamıyorum. Cepte de kuruş yok. “Bari gidip babamdan borç isteyeyim” dedim… Sabah abim gelmiş, sıkıntıdaymış; son kuruşuna kadar ona vermiş. Ben de ne sopalık evlatmışım. Madem sıkıntım varmış da niye erkenden gelmemişim. Ağabeyime kırk kez “metelik yok” dediği halde, allem kalem son kuruşuna kadar söğüşlemiş. Ben o insanın kardeşi değil miymişim? Niye böyle beceriksiz çıkmışım?
Şanssızlıktan çok beceriksizlikten olsa gerek hiç bir işim bitmiyor. Bütün yollar kapalı. Hepsine gecikmişim. Ayak ayak mahalleye vardım. Yedi yıl önce sigarayı bırakmıştım; üstelik para da yok, artık veresiye alırım. Bir sigara yakayım içimin sıkıntısını bari dağıtayım. Büfeye daldım:  
-Ali, bir sigara ver.
Sigarayı bıraktığımı biliyor ya, şaşkın şaşkın yüzüme baktı.  Bir yandan da rafa uzanıp bir paket uzun samsun aldı, tezgâhın üstüne fırlattı. Unutmamış tabi, bir zamanlar günde üç paket sattığı sigarayı. Bir gün dertlenip yeniden içeceğimi düşünmemiştir.
Ama Ali de dertliymiş, hatta dokunsan ağlayacak:
-Mehmet abi, dedi, biliyor musun benim başıma geleni?
-Hayrola…
-Ben batıyordum yahu.  Veresiye defterleri oldu aha bu kadar. Bir kuruş ödeme yok. Mal bitti yerine koyamıyorum. 
-Geçmiş olsun. Çok üzüldüm. 
-Sağol abi, geçen hafta veresiyeyi kestim de elim para gördü. Batmaktan kurtuldum. 
Geçen hafta veresiyeyi kaldırıp, batmaktan kurtulmuş adama “Şunu yazıver”  tümcesi nasıl bir yanıt alırdı, bilemiyorum.                
Paketin üstündeki  “Sigara öldürür!” yazısı şirinlikler yapa yapa gözümün içine bakıyor; ama olmaz…  Tam kapıdan çıkacağım, Ali arkadan seslendi:
-Sigaran kaldı Mehmet abi.
Ardıma bile bakmadım:
-Vazgeçtim, sağlığa zararlı.