Çocukluğumuzda bizim mahallede bir Selim abi vardı. Namı diğer Karpuz Selim. Herkes arı gibi çalışırken, onun hiç iş yaptığını görmezdik. Aslında kendisini de pek görmezdik. Söylentiye göre uyumayı çok sever, öğlenlere kadar yatarmış. Babası Mümin amca çok çalışkan adamdı; kızarmış buna. Ama kızsa ne olacak, tembelliğin çaresi mi var. Gitgide bundan iyice umudunu kesmiş, “Yat oğlum yat, karpuz yata yata büyür!” deyip, kendi işine gücüne bakmış.
Selim abi de kendini iyiden iyiye karpuz mu sanırdı bilmem; şöyle bir kıpırdayayım, işe yarayayım demezdi hiç. Söylemeye bile gerek yok, en sevdiği atasözü, “Karpuz yata yata büyür.”dü.
                                                                                    …
Gün oldu Mümin amca yaşama gözlerini yumdu; bütün iş, dahası ömür boyu çalışıp çabalayıp edindiği mal mülk Selim abiye, daha doğrusu Karpuz Selim’e kaldı.
Onun için zorlu bir durum tabi. Hani, ürün dediğin de kendi kendine üremez, çalışıp çabalamak gerek. Eee, bizim Karpuz Selim’de de iş götü yok!
Bayağı bir bocaladı, “Be adam, ne vardı bu kadar mal mülk edinecek? Ye iç yat işte.” diye diye sitem etti babasına; hatta kalayladı bile.
Ne demişler, “Bir alimden bir zalim”, burda da bir çalışkandan bir tembel. 
                                                                                      …
Neyse ki, Karpuz Selim’in şaşkınlığı çok uzun sürmedi. Artık harçlık verecek baba da yok ya, cebindeki paralar suyunu çekti. Parasız da olmaz, gözüne babasının duvarda asılı köstekli saati ilişti. Üç beş demedi okuttu. Bu kadar varlığın içinde tarladan ürün taşıyacak değildi ya, atları arabasıyla birlikte sattı. Bunlar iyi para yapmıştı, içinden, ”Hııım, bu iş güzel iş!” dedi. Babasının yatarken verdiği paranın çok fazlası geçmişti eline.
                                                                                      …
Sıra tarlalara, zeytinliklere geldi; en kolay satılanından başlayıp ne varsa sattı savdı. Yedi içti, gezdi tozdu, kumar bile oynadı. Ama çalışarak, üreterek kazanmak hiç gelmedi aklına. Yiyip içip yatmaya devam etti.
Ve bir süre sonra o önemli gün geldi çattı. Satacak hiçbir şey kalmamıştı. Kıyıda köşede bir kuruş parası da yoktu.
Çalışmak! O taraklarda bezi yok. O maddeyi es geçelim.
Kimseye bir yararı olmadığı için, kimseden bir şey istemeye de yüzü yoktu.
                                                               …
Ama Karpuz Selim’in her şeyden değerli bir şeyi vardı. “Oy”u. Gerçi “Oy” denen şey ileri ülkelerde demokrasi getirirdi, Karpuz Selim’in oyu “Faşizm” getiriyordu ama, onun umurunda mıydı ne getireceği.
Memleket malları (tıpkı kendisinin de babasının mallarının altından girip üstünden çıktığı gibi) üç otuza satılıp, kendisine aylık bağlanmış, kapısının önüne yiyecek içecek torbaları, ağustos sıcağında da olsa kömür torbaları yığılmaya başlanmıştı.
Üstelik yoksul olduğunu gösteren bir yeşilkartı da vardı.
Eh, buna da bir eli yağda bir eli balda olmak denmezdi de ne denirdi?
                                                                                   …
Oturdu, düşündü: “Yahu” dedi, “Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. O çalışkanların ürettiği karnını doyurmaz, benim karnım doyar. Onlar bir gün yüzü görmedi, tarlalarını bankalar satılığa çıkardı, ben kendim satım keyifle yedim. Onlara, borcu karşılamasa da, malı var diye bir yeşilkart, bir maaş vermezler, benim çok şükür bir elim yağda bir elim balda…”
Daha birçok şeye şükretti Karpuz Selim ve yine kendi kendine, “Yat aşağı Selim” dedi, malum, “Karpuz yata yata büyür.”  Sonra derin bir uykuya daldı.