Çıkmaz sokakta oturmanın zorlukları ortada; bizim kapı bir de, çıkmaz sokak L yaptıktan sonra daha en dipte kalıyor. Zaten kıvrımdan sonra üç kapı var; ortada bizim fakiranenin kapısı, sağımızda Faika teyzelerin tek kanatlı sessizce açılıp kapanan ahşap kapısı, solda evleri iki cepheli olduğu için, yalnızca yıldan yıla odun kömür gelince kullandıkları arka kapıları.  
Faika teyze için hep eve adam alıyor, diye dedikodu yaparlardı ama, ben hiç görmemiştim. Şimdi görmediğim şey için söz söylemek olmaz. Zaten bizim sokağın derdi de bu değil; bizim sokağın tek derdi sokak lambasının sık arızalanması. 
Çıkmaz sokağın dönemece kadar olan kısmında sorun yok, ana caddenin sokak lambaları yeteri kadar aydınlatıyor. Ama, çıkmaz sokağın le yaptığı dönemeçte, yalnız bizimle Faika teyzelerin kullandığı kısma bakan lamba sık sık bozuluyor. 
Üstelik bizden başka rahatsız olan da yok. Lamba haftalarca yanmasa, kılını kıpırdatan olmuyor. Elektrik idaresidir, belediyedir, kaymakamlıktır; bu lamba yüzünden hepsinin gözünde sevimsiz, mıymıntı insanlar olup çıktık.
 
                                                           …
 
Yıllar önce Bermuda Şeytan Üçgeni diye bir kitap okumuştum. Amerika açıklarında bir yerde, deniz, üç nokta arasından geçen gemileri içine çekiyor, hatta uçakları bile yutuyordu. Acaba bizim çıkmaz sokağın tam kıvrıldığı noktada bir elektromanyetik alan var da, takılan tüm lambaları o mu patlatıyor. Biz de elektrikçileri yok yere mi suçluyoruz. Olur ya, tam o noktada dışarıdan geçen, başıboş bir akım, bizim sokak lambasına yükleniverip patlatıyordur.
Aslında elektrikçilere bunu da söyledim, “Olmaz öyle şey, biz en sağlamından takalım da, bakalım bir şey olacak mı?” deyip gittiler. Olacağı mı var, o en sağlam dedikleri lamba da üç gün dayanmadı. Bir sabah baktık lambanın kırıkları direğin dibine serpilmiş. Kaldık mı yine kış günü, zifiri karanlıkta.
Olmayacak, dünyanın en sağlam lambasını getirsen, boş. Bir gün iki gün; en kabadayısı dört gün demiyor.
 
                                                          …
 
Elektrikçiler en son, “Al bakalım, o ‘Başıboş akım’ dediğin bu lambayı patlatsın da görelim!” deyip değişik bir ampul takıp gittiler. Hem bunun ışığı daha çok, gözlerine güveniyorsan yerdeki karıncayı say.
Ertesi sabah sokağa adımımı atacağım ki, o da ne? Sekiz on yaşında bir çocuğun elinde sapan, lambaya taş atıyor. O an bizim en iyisinden lamba da bir “Boom!” sesiyle çevreye saçıldı. 
Bende tehdidin bini bir para. Asmaktı, kesmekti savuruyorum. Çocuk durur mu, anında gözden yitti.
 
Ertesi gün sokakta yürüyorum, küçük bir çocuğun elinden tutmuş bir adam önüme geçti:
- Biraz konuşalım!
Çocuk bizim lambacı. Lamba kırma özgülüğünü kullanmasına engel olduk diye şikayetçi mi oldu, yoksa özür dilemeye mi geldiler şimdi anlayacağız.
- Konuşalım.
- Yeğenimi korkutmuşsun. 
Adam da şöyle bakanın ilk ş’yi uzata uzata “Maşşallah!” diyeceği türden. Anlayacağınız çok da diklenmeye gelecek gibi değil. Aslında ben bu adamı da bir yerlerden tanıyorum ama, nereden?  Düşünüyorum, sanki “Karanlıkların Prensi” diye bir film izlemişim de, bu adam da orada başrol oynamış gibi. Yüzüne baktıkça karanlıklar geliyor aklıma. Bu durum -Hayvanseverlerden özür dileyerek- hayvansal görünümlü cüssesinin ürkünçlüğünü daha bir arttırıyor.
Doğallıkla konuşmayı, alttan alan bir tavırla sürdürüyorum:
- Lambayı kırıyor?
- Gereksiz bir lamba için küçücük çocuk korkutulur mu!
Al bakalım, bu densiz çocuk sürekli lambayı kıracak, gece kuşu gibi el feneri ile dolaşacağız; ama çocuğa kızmayacağız. Sanki bizim karanlıkta kalmamızda büyük ülke çıkarları var. 
- Bizim sokağın kapkaranlık olmasından çıkarı olan mı var?           
Adama pişkin mi desem, yalama olmuş mu desem, karanlığı bile savunuyor:
- Tabi ki var. Bütün ülkenin çıkarı var; biliyorsun, sokak lambalarını devlet ödüyor, yazık değil mi halkın parasına? Memleket israfla değil, tasarrufla kalkınır.
- Her yer ışıl ışıl, ülke bir bizim çıkmaz sokağın lambasıyla mı kalkınacak?                                                       
Iıh. Anlamıyor, daha doğrusu anlamak istemiyor. Ona kalsa, bizim çıkmaz sokağın zifiri karanlıkta kalması Avrupa Topluluğu’na girmemizi bile sağlar. Hiç bir zaman almayacaklarmış, desem; yanıtının hazır olduğundan kuşkum yok, “Tabi”, diyecek, “Bu israfçılıkla bizi hiçbir topluluğa almazlar.”
                  
                                                             …
 
Günler, aylar geçiyor; biz yeni yeni lambalar deniyoruz. “İşte bu lamba, uçak çarpsa kırılmaz.” deneninden, çekiçle kırılmama deneyi yapılanlara değin her türlü lambayı denedik. Boş. O sapanlı çocuk, “Karanlıkların Prensi” amcasından aldığı cesaretle hepsini tuzla buz etti. Ta ki, o birden elektriklerin kesiliverdiği güne kadar. 
Evde, uzun süre karanlıkta oturunca, annem elime bir şişe tutuşturdu; bir yerlerden gazyağı bulup geleyim, diye. Kapıdan çıktım, karşıdaki Faika teyzenin kapısında karaltılar. Doğal olarak beni gören yok. Karaltılardan biri ötekini ikna etmeye çalışıyor:
- Boşayacam, dedim ya. Minik kuşuna inanmıyor musun?
Ardından Faika teyzenin sesi yanıt veriyor:
- Ama üç yıl oldu İsmail, bir gören duyan olacak.
Tam o anda elektriklerin geleceği tutmaz mı, üstelik bizim son lamba kırılmadan. Bir anda “Karanlıkların Prensi” ile gözgöze geldik. İsmail’miş adı.
Arkasından gazyağı şişesini fırlattım, ama denk gelmedi.
Faika teyzeler de taşındı sonra; hangi semtin çıkmaz sokağının lambasını kırdırıyorlar kim bilir?