Şöyle bir uğrayıp dertleşeyim, demiş. Adeta burnundan soluyordu: 
- Gitmem bir daha çocukların okuluna. Anneleri gitsin, o ilgilensin!
- Neden? 
- Yahu benim adım ‘Hakan’ın babası’ mı? Söz istiyorum…
- Vermiyorlar mı?
- Veriyorlar da, neymiş efendim: “Buyurun Hakan’ın babası bey. Şimdi de sizi dinleyelim” Hakan’ın babası beymiş. Yahu benim bir adım var. Benim adım doğduğumdan beri Gıyasettin.
Hani kimi çok yakın arkadaşlar birbirlerine “Kanka” derler ya, yeni tanışmış olsak da, bizimki de o türden bir arkadaşlık oldu. Bari canım arkadaşımı biraz teselli edeyim dedim:
- Neyse, kızın derslerine sıra gelince düzeltmişlerdir herhalde?
O da olmamış. Bu kez de başlamışlar “Simge’nin babası bey de Simge’nin babası bey”e. 
Konu değiştirirsek belki sakinleşir, diye “Ne içeriz?” dedim. Hiç bir şey içmezmişiz. Bizim bir şey içecek halimiz mi varmış?
                                                      …
Ama anlatmak, açılmak istediği belliydi. Anlatacak çok şeyi olmalıydı. Koltuğa yaslandı:
Babam askerden gelince evlenmiş. Ben ilk çocuğum. Sıra adımı koymaya gelince, değişik bir şey aramış. O yıllarda da bugünkü gibi değişik değişik adlar yok. Adların üç çeyreği Ali, Mehmet, Mustafa; Mehmet oğlu Mehmetler karışıklıklara da sebep olur dururmuş. Geri kalanlar da zaten tek tük. 
Düşünürken, çok sevdiği askerlik arkadaşı Gıyasettin aklına gelmiş. Bizim oralarda bulunmayanlardan. Kimseyle karışmaz, demiş; adımı Gıyasettin koymuş.   
İlk yıllar hiç bir sorun çıkmamış. Ama ben biraz büyüyüp adımla çağrılmaya başlayınca sorunlar da başlamış. Babam kendi verdiği halde Gıyasettin’i söylemekte zorlanmış. Bir süre “Gıy” diye çağırmış. Ama o da bir şeye benzemiyor ki. Gıy, insan adı mı olur? Hem kısacık, hem de anlamsız. Sonra arkasına bir gıy daha eklemiş. Adım olmuş Gıygıy. Ben kendimi bildiğimde adımın Gıygıy olduğunu sanırdım. Gıygıy aşağı, gıygıy yukarı.
Bunun zorluğunu bütün yaşamın boyunca çektim. Adımı söyleyebilen, hele hele doğru söyleyebilen neredeyse parmakla gösterilecek denli azdı. 
                                                   …
İlkokula henüz başladık, sokakta oynuyoruz. Arkadaşım Ramazan’ın babası Şaban amca geldi. Kendisi çok esprili, şakacı bir adamdı. Bu arada oğlunun arkadaşlarını tanıdığını göstermeye çalışıyor. Bizler de Şaban amcanın bizi tanımasından mutluluk duyarak sıraya dizildik. Şaban amca başladı saymaya: Ali falanın oğlu, Fatma filanın kızı, sıradan gidiyor. Fakat beni söylemeden geçti. Sıradakileri bitirince bana döndü. İçimden, “Şimdi benim adımı söyleyecek. Adım değişik ya, özellikle arkaya bıraktı” diye düşünsem de, yine içimden “Bilemeyecek işte. Şaban amca da bilemeyecek. Hele bir bilsin, ellerinden öpeceğim” diye ikinci bir düşünce de geçiyor. Şaban amca, işaret parmağıyla havada daireler çize çize:
- Seeen; Ramazan’ın arkadaşısıııın!
 Öpmeyecem işte elini!
                                                 …
 
Yine o yıllar, bizim evin yanındaki arsada inşaat yapılıyor. Mevsim ilk yazlar. Sıcağın altında çalışan işçiler sık sık susuyorlar. Ne zaman isteseler tulumbadan bir testi su çekip götürüyorum.  
Bunların da tek kusuru adımı bilememeleri. İkide birde de susayıp
“Gapısında gara köpek bağlı evin çocuğu” diye bağırıp duruyorlar.
Bizim evin kapısında evi korusun diye bir kara köpeğimiz bağlı ama şimdi sırası mı ak köpeğin, kara köpeğin? Çocuk de. Evladım de. Güzel bir şey de. Hatta adam ol da Gıyasettin de. 
Bir gün bir şeylere kızmıştım; o kızgınlığımın üstüne, ustaları olanı yine “Gapısında gara köpek bağlı evin çocuğu” diye bağırmaz mı? Çıkıştım:
- Size bir daha su getirmeyeceğim.
  Şaşırdı:
- Niyeymiş? Sıcakta bizi çatlatacan mı, vicdansız?
- Adımı söylersen getiririm. 
- Senin adın ne kine?
- Gıyasettin ne olacak; kırk kez söyledim. 
 Kendisine hiç güveni yok:
 - Çok zor. Bunu kimse söyleyemez.
Şimdi Gıyasettin demek “Gapısında gara köpek bağlı evin çocuğu” demekten daha mı zor?
Ben de belki uğraşır da, adımı söylemeyi öğrenir, diye, üstüne üstüne gidiyorum. Elimi küçük bir çocuk boyunda uzattım.
- Benim adımı, aha bu kesim çocuklar bile biliyor?  
Usta küçücük bir çocuğun örnek gösterilmesine çok kızdı. Yüzünü sertleştirdi; neredeyse tokadı patlatacak:
- Ula sen beni kimiynen gıyasettin?
Kızsa da küsse de, suyun başında ben olduğum için dayanamadı; kendi barıştı. Her susayışlarında “Gapısında gara köpek bağlı evin çocuğu” diye bağırdı durdu. 
                                                         …
Usta bilemiyor da öğretmenin bilebiliyor mu?  
Kendisinin eli biraz vuraktı. Daha doğrusu sol elinin tutma, sağ elinin de vurma yeteneği gelişkindi. O gün için öğretmenin bir yakınının hasta olduğu, hastanelerden akşama kadar dönemeyeceği, dersin boş geçeceği dedikodusu yayılmıştı. Biz de boş geçecek bir dersi çalışmanın ne denli büyük bir aptallık olduğunun bilincinde öğrenciler olarak kitabın, defterin kapağını bile açmadık. Hatta bunu kendimize anamızın ak sütü gibi helal saydık.
Ama öğretmen, saatinde çıktı geldi. Sınıfta fırtına öncesini andırır bir sessizlik kolgezmeye başladı. Öğretmenimiz her zaman yaptığı gibi, listenin üzerine parmağını koydu:
- Otuz altı.
Bütün şanslılığımla, o bendim. Adım zor diye, hep numaramı söylerdi. 
- Otuz altı, anlat!
Benim anlatılacak konuyla uzaktan yakından hiç bir ilgim olmadığından, sağa sola bakınıp duruyorum. Yanıma geldi:
- Sular mı kesikti, niye çalışmadın?
Bak şimdi, suların kesilmesiyle dersin ne ilgisi var? Hem sular niye kesilsin? Basarsın tulumbanın sapına şarıl şarıl akar. Ha, akmadı mı? Kullanılmazsa topun derisi kurur, hava yapar; ondandır. İçine bir maşrapa su boşalt; al sana buz gibi içme suyu.
Bu arada ben içme suyu tedarik ederken, öğretmen de boş durmuyor. Sol eliyle benim sağ kulağımı kavramaya çalışıyor. Kavradı da. Bir yandan da okul numaram dışındaki ayırıcı bilgilerimle soruyor:
- Söyle bakayım, Mustafa amcanın oğlu; sular mı kesikti? Neden çalışmadın?
Ben içimden suyla ne ilgisi var diye yorumlar yapadurayım, derinden bir çatırtı ile ilk şaplak geldi. Sanki, trenin kapıları açık kalmış da, yürüdükçe yüzüme yüzüme çarpıyormuş gibi. İkinci vagonun kapısından sonra, üçüncü vagonun kapısının hiç önemi kalmadı. Bu arada başımın üstünde yıldızlar dönmeye başladı; büyük yıldız küçük yıldızın gırtlağına çökmüş, boğuyor. Öldürecek. Küçük yıldız can havliyle, çığlık çığlığa:
- Gıyasettin abi kurtaar!
Kurtarmak istemez miyim? Benim adımı dosdoğru söyleyen senden başka kim var?  Senin için canımı bile veririm. Ama işte aması var. Beni kurtaracak bir yurdum insanı yok ki!
                                                  …
Ortayı ve liseyi Yılmaz’ın olarak başarıyla tamamladım. Faziletin arkadaşı ünvanına kavuşmam fakülte yıllarına rastlar. 
İleriki yıllarda arkadaşı tabiri, kocası olarak evrim gördü. Bunu mahallenin çocukları da iyi bilirler:
Bir akşamüstü eve geliyorum. Çocuklar bağırıyor:
- Fazilet’in kocası geldi, Fazilet’in kocası geldi!
Birini yakaladım:
- Bana bak, dedim. Benim adım Gıyasettin. Anlaşıldı mı?
Çocuk korktu; ama kibarlaştı da:
- Anladım, dedi, Fazilet Hanım teyzenin kocası bey amca.