1. Kelenderis Öykü Yarışması
İkincilik Ödülü
 
Öğle saatleriydi.  Sedyenin üstündeki, ameliyattan çıkmış bir hastadan çok kökünden kesilmiş, dallı budaklı ak bir ağaca benziyordu. Eller kollar, bacaklar, gövde tümüyle alçılanmış, başı sargı beziyle sarılı. Şişmiş dudaklarından ve ışıltısından anlaşılan gözlerinden başka görünen yeri yoktu.
İki görevli bir hamlede boş yatağa fırlatıp giderken, arda kalan, bir gereksinmesi olup olmadığını sordu. Alçıdan yapılmış adam “Gık guk” gibi sesler çıkardı. Görevli bu sesleri “Yok. Hamdolsun, sağlığım yerinde, her şeyim var. Yediğim önümde, yemediğim ardımda” diye değerlendirip “Peki o zaman” dedi, gitti.
Hastanelerde hasta olarak bulunmak zordur.  Kırık çıkık hastası olmaksa neredeyse en zorudur.
Yeni gelen hasta heykel gibi öylece yatıyor.  Henüz ilaçların etkisinde, sessiz.  Görünüşünün ilginçliğinden koğuşu da bir meraktır sardı.  Ayılana değin bir sürü tahmin yürütüldü. Biri “Üstünden kamyon geçmiştir” dedi. Tabii mantıklı bir öngörü; böyle adamın tüm kemiklerini kırdıracak şey başka ne olabilir? Bir başkası “Tren çarpmıştır” dedi. Daha bir başkası “Üstüne bina yıkılmıştır.” diye diretti. Bunun gibi sürü sepet tahmin birbiriyle yarıştı.
                                                         …
 
 Adı İlyas’mış. Ayılıncaya değin tahminler sürdü gitti. Bir an önce ayılsa da öğrensek, diye sabırsızlandı kimi arkadaşlar. Ama ayılınca anlatmak istemedi:
 -  Bırakın arkadaşlar, karışık iş!
Merak bu; görüntü bırakılacak gibi de değil, arkadaşlar durmadan üstüne üstüne gidiyorlar. Hatta biri sorulardan uyuyamamış, başını kaldırdı “Bir uyutmadınız be!” dedi.  Sonra İlyas’a döndü:
-  Sen de anlatacaksan anlat da, kurtulalım. Bir adamın böyle tüm kemiklerini kırdırtacak karışık iş, ya para işidir, ya karı işidir. Başka ne olacak?
İlyas bu söze karşılık önce hiç bir şey demedi. Biraz durdu, düşündü.  Yanıtı  ilginçti:
-  Kardeşimiz haklı. İkisi de...
 
                                                          …
 
Bu kez heyecan ikiye, üçe, beşe katlandı. İlgili ilgisiz herkes yönünü İlyas’a çevirdi. Öyle ya nasıl bir karışık iştir bu, insanın bütün kemiklerini unufak ettirir böyle?  İlyas sağına baktı, soluna baktı. Herkes merakla onu izliyor; kurtuluşu yok. Başladı anlatmaya:
“-  Ben ticaret adamıydım. İşlerim çok çok iyiydi. Paraya para demezdim. Hani yerde alır gövde yer, derler ya, tam o türden.
Nedenini anlayamadım, bir süre sonra işlerim ters gitmeye başladı. Ne kadar çalışsam çabalasam olmadı. Çarkı döndüremez oldum. Çalıştıkça, ürettikçe borçlarım arttı. 
Bir gün baktım, artık yürümüyor; borca batmışım. Biz çalışan kazanır, avare  avare dolaşanlar aç kalır bilirdik; tam tersi olmaya başlamış. İşsiz güçsüz olan, kahvede  oturan, yan gelip yatanların cepleri para dolup taşmış, ben alacaklıların gönderdiği haciz  memurlarıyla neredeyse akraba olmuşum. 
 
Sonuçta, insanların hiç bir iş yapmadan, üretmeden geçindiklerini fark ettim. Birileri, onların, sağlıktan ısınmaya, gıdadan cep harçlığına kadar her gereksinmesini  karşılıyordu. Hem de yalnızca ve yalnızca karşısında ezilip büzülme, omuzda gezdirme  karşılığında. Yine gördüm ki, yurttaş bir iş yapmaya, üretmeye kalkıştığında topluca üstüne çullanılıyor, kenardaki köşedeki birikimi, aldığı kredi bitene kadar yenilip içiliyor, bitince borçları ile baş başa bırakılıyordu. 
Bunları yaşamış, çoluğu çocuğu terk etmiş, işsiz güçsüz dolaşırken,
haydi bir köye uğrayayım, belki döner orada bir iş tutarım, dedim. Baktım ki, orada da eken biçen, gecesini gündüzüne katıp üretenlerin hepsi batmış, borçlardan ellerindeki traktörler, tarlalar da gitmiş. Ekip biçmeyenler, üretmeyenler rahat. Yan gelip yattıkları için devlet tembellik aylığı bağlamış.  Köyde bir onlar ayakta kalmış, bir onların işi yolunda. 
Anladım ki, bu memlekette çalışmayana, üretmeyene her yerde ekmek 
var.  Ben de çalışmadan, bedava yaşamaya karar verdim.” 
 
 
Bu arada heyecan gitgide tırmanıyor; arkadaşlar ister istemez soruyorlar:
-  Eeeee?
İlyas devam ediyor:
“Bizim yurttaşımız tüketim çılgını olmuş. Savurganlıkta birbiriyle yarışıyor.  Ayranı yok içmeye, diyeceğim ama dilim varmıyor ki; haydi eli açık diyeyim. Borç bini aşmış, icracılar sıradaymış, ne ama; her yer yiyecek içecek kaynıyor. Çıkıyorum sokağa, her köşede bir yemekli düğün, nişan, sünnet. Kim bilecek ben kız tarafı  mıyım, oğlan  tarafı mıyım?  Sonra her gün bir sürü insan ölüyor.  Ölüyor dedim de, ölü evlerinde yiyecek, içecek daha bol olur; ye babam ye.  Hatta yatıya kal.  Sabah kahvaltını da yap öyle git.  Harçlığın da kalmadı ise iki satır dilekçeye bakar.   
Ben de böyle ekmek elden su gölden yaşamaya başladım.  Başladım da, insanda biraz şans olacak arkadaşlar. Bir gün, akşam yemeği için sokakta dolaşıyorum.  Kendi kendime “Bu millet evlenmez mi?  Tabii evlenmezse çocuk da olmaz, sünnet de” diye diye söylenirken, baktım bir evin kapısında kıpırtılar var.  Girenler, çıkanlar. Kulak misafiri  oldum, içerisi sessiz. Anlaşıldı, ölü evi. En iyisi budur dedim ya. Yemek bol. Niye yatıya kaldın, diyen de olmaz. Ayakkabılarımı çıkardım. Kıyıda güvenli bir yere koydum,  aldım  içeri.  Önce sağı solu kolaçan ettim.  Göz ucuyla aşodasına baktım, siniler, tepsiler dolusu  yemek; kapılara kadar. 
Erkeklerin bulunduğu odaya geçip boş bir yer buldum, oturdum. İçerisi  sakin. “Görüyor musun başımıza geleni kardeş” anlamında başlarını hüzünlü hüzünlü  sallayıp, sessizce hoşbeş ettiler. Ben de aynı biçimde karşılık verdim. Böyle yerlerde fazla  konuşulmaz. Oturanlar başlarını bir yana yatırıp, gözlerini karşıdaki bir noktaya dikerler,  dakikalarca boş boş o noktaya bakarlar. Hafifçe ağzını açanlardan dua sesleri yayılır çevreye.  Gelenek böyledir. Atalardan böyle görülmüştür. Öyle şar şor davranılmaz.  Kesinlikte gürültü  yapılmaz.  Zorunlu durumlarda konuşulsa da, tümceler amaca ulaşıldığı anda nokta virgül  karışımı bir yerde kesilir, başlar “Ah gitti” anlamında sağa sola sallanmaya devam edilir. 
Ama benim durumum farklı.  Öleni hiç tanımıyorum. Bu yüzden ne denli  yakın olduğumu, gökten zembille inmediğimi çevreye göstermek zorundayım. Bunun için  fırsat kolluyorum. Derken yaşlıca biri “Ah Hikmet ah. Senin yerin dolmaz” dedi. Fırsat bu  fırsat  “Tövbe  de  tövbe  de!”  diye  çıkıştım:  
-  Onun yerinin dolup dolmayacağını düşünmek bile gaybettir. 
Sessiz çoğunluk  hafiften “Ha, hı” deyip, bana desteğini belli etti.
                               
Bir kez yol açıldı ya, adının da Hikmet olduğunu öğrendim, artık ben ateşi  aldım.  Gayret etmeliyim ki, akşam yemeğinin yanında yatıyı, ardından da sabah kahvaltısını  sağlama alayım: 
-  Yediğimiz, içtiğimiz ayrı giderdi, dedim. 
Odadakiler yine fısıldar gibi “Ya ya” demekle yetindiler.  Duracak zaman değil, biraz daha atılım yapmam gerekiyor: 
-  Bir elmanın yarısını bana yedirmeden ağzına sürmezdi.  Eli açıktı. Bana hep kendi elleriyle yedirirdi. 
Odadakiler “Ya ya. Eli selekti, bonkördü” diye onayladılar.
 
                                                                  …
                                   
Bu  arada  bir  kuşkum  da  var.  Şimdi, merhum  benim  okul arkadaşım  mı,   askerlik  arkadaşım  mı, iş  arkadaşım  mı?  Bir  soru  soran  olur diye ortalama  laflar  ediyorum:
-  Ah  Hikmet  ah!  Küçücük  yatakta  götlü  başlı  yatardık.  Getirir ayağını  burnuma  burnuma  sürterdi.  Keratanın  ayakları  kokardı.  Kıçına  bir  şaplak atardım  şakadan, çek  ayağını, diye. Küser,  on  dakika  sonra  dayanamaz  birbirimize sarılırdık.  Ah  Hikmet  ah,  beni  nasıl  bıraktın  gittin?
Ben ah dedikçe  odadakiler  “Ya ya, ah ah!”  diye  katılıyorlar. 
Bu  arada  kapının  girişinde  üç  genç, yanyana  oturmuş,   arada  fıs fıs  birbirleriyle  konuşuyorlar.  Dikkatli  dikkatli  de  bana  bakıyorlar.  Beni  dikkatle  izleyişlerinden bedava yaşama konusunda grup çalışması yaptıklarını düşünüyorum. Bu denli  dikkatli izlemelerinin başka bir anlamı olmaz sanırım.
 
                                                                 …
 
Ben nasılsa ortama alıştım ya dövünmeyi de sürdürüyorum: 
-  Hikmeeet! Beni nerelere bıraktın gittin!  Sensiz bu günler nasıl
geçecek, sabahlar nasıl olacak?    
Kendimi öyle kaptırmışım ki, gözlerimden sicim gibi yaşlar geliyor.  Daha etkili olsun, diye bayılır gibi yapıyorum; sağımdaki solumdaki bileklerimi ovmaya  başlıyor. Biri bir paket kâğıt mendil bulmuş gözyaşlarımı siliyor. Bir başkası kolonya bulmuş gelmiş beni ayıltmaya çalışıyor.  Bu arada benden çığlıklara devam:
-  Ah Hikmet ahh!
Öteki odalardan  feryadımı duyanlar odanın kapısına üşüşüyorlar.
Öyle ya “Kimdir bu merhumu bu denli seven, böyle yakını olan insan?” diye düşünülmez  mi? Ben de kalabalığı bulmuşken iyice açılıyorum.  Göğsümü yumruklaya yumruklaya:
 -  Hikmeeet!  Buna can dayanmaz.  Ciğerim yanıyor!
Bedava yaşama konusunda grup çalışması yapan gençler de
dikkatle beni izlemekte olsun, sofralar geliyor. Bizim sinideki tavuklu pilav öbür uçta kalmış, ama o kadar da sorun değil.  Hoca Nasreddin’den deneyimliyiz.   
Gelenlerin çoğu yemekten sonra “Emir Allahın” deyip gitti. Ben fırsattan istifade başköşeye kuruldum.  Bu çok önemli; özel döşek sermeseler de buraya kıvrılır yatarım. Hele hele bu yemek ziyafeti faslı en az bir hafta sürer. Artık gece yatısıyla,  sabah kahvaltısı sağlama alınmış durumda, ben haftayı  kurtarmaya çalışıyorum. Hem artık  başköşedeyim ya; yeni gelenler de benimle ilgileniyor.  Anlayacağınız açık açık birinci  adam konumundayım.  Atağa geçmem gerek: 
-  Ah Hikmet ah!  Her sırrını bana açardı.  Hep “Senden başkasına güvenmem” derdi.  Hatta para taşımayı sevmez “İlyas’cığım, sende dursun. Daha güvenlisin” derdi.  Aaaah ah!
 
                                                        …
 
İhtiyaç ya, bir ara ayakyoluna gideyim, dedim. Kapının yanında dizilen  üç genç de peşimden geldi. Tabii yadırgamadım. Herhalde bedava yaşamanın incelikleri  konusunda soruları olacak.  Öğrenmek, çok çok iyi bir şey.  İnsanoğlu kendisini sürekli  geliştirmeli. 
- Buyurun gençler, dedim. 
İçlerinden biri:
-  Arka tarafta bir oda var oraya geçelim, dedi. 
Geçelim. Mekânın ne önemi var.  Her yerde ders veririm. Öyle ya “İlim Çin’de de olsa aramalıyız.” Hele hele ayaklarına kadar da gelmiş.  Arka odada da olur,  bahçede de olur. Hatta sokakta da, kahvede de…
Arka odaya geçtik. Burası evin dışında. Bir depo, odunluk gibi bir yer.  Orada bir ikincisi:
- Biz, dedi, rahmetlinin oğullarıyız. Annemiz ara sıra yatılı gezmelere giderdi. Nereye gittiğini merak ederdik ama, sormazdık. Şimdi nereye gittiğini öğrenmiş  olduk.  Bu konuya döneceğiz. 
 
 Olacak şey değil.  Niye biri bana “Merhum kadındır” demedi. Öf ki ne öf. 
 Bu kez üçüncü oğlan:
 -  Annemin çok parası vardı. Ölünce aradık taradık, tek kuruş bulamadık.   Onca paranın nerede olduğunu da bizzat sizden öğrenmiş olduk. Annemin paraları nerede?  Parayı hemen iade edersen canını bağışlarız.
Bir de konuşmasını bitiren eline bir odun alıp sıvazlamaya başlamıyor  mu?
Her ne kadar tek amacımın karın doyurmak olduğunu, analarını tanımadığımı anlatmaya çalıştıysam da, inanmak bir yana dinleyen bile olmadı. Üstüme üstüme gelmeye başladılar…” 
 
                                                      …
                                        
İlyas başından geçenleri anlatmayı henüz bitirmemişti ki, doktor geldi:               
-  İlyas Çalışkan, yemeğini yedirecek kimsen var mı? 
-  Yok.
Doktor durumu tahmin ettiğinden yanında getirdiği  bayan  görevliye  talimat verdi:
-  Hastanın durumu ağır.  Yemeğini siz yedirin  Hikmet hanım.