Fransızca dégénération; "soysuzlaşma, soyunun özelliklerini kaybetme" anlamlarında dilimizde kullanılan bu söz için, yozlaşma kelimesinin uygun bir karşılık olduğu bildirilmiştir. Buna bağlı olarak dilimizde kullanılan dejenere için yozlaşmış, dejenere etmek için yozlaştırmak, dejenere olmak, dejenerasyona uğramak içinse yozlaşmak sözleri rahatlıkla kullanılabilir. Örneğin; yüzyıllar boyunca gittikçe yozlaşan ve millî olmaktan uzaklaşan değerlerimiz, artık özüne, aslına kavuşmalıdır.
Bu tanımlardan yola çıkarak, islamın ve müslümanlığın da, tarih boyunca yozlaşıp yozlaşmadığının değerlendirmesini yapmak istiyorum.
İslamın ilk vahiy yıllarında Müslümanlar, Mekkeli yöneticilerden, onların vahiy dışı düşüncelerinden karşı fikir olarak tamamen ayrılmış durumda idiler. Mekkeli yöneticiler, Biz de Allah’a inanıyoruz deseler de, Kabe’yi tavaf etseler de, Allah’a yakınlaşmak için aracıları vesile edinseler de, tevhidi görüşte olmadıkları için peygamberimiz ve Müslümanlar saflarını tamamen ayırmışlardı. Yani hak ve batıl olarak iki ayrı dini yaşıyorlardı. Zamanla Mekkeli müşrikler, Müslümanlara karşı çok acımasızca davrandılar. Zulümler ve işkenceler yaptılar. Peygamberimize ortaklık teklif ettiler. Mekke Şehrinin yönetimini kendisine vermek istediler. Alemlere Rahmet olarak gönderilen Resulümüz; acaba ben bu teklifi kabul etsem, İslamiyet ve Müslümanlar fayda görür mü? diye düşünecek oldu. Fakat bu düşüncesi bile, vahye uygun olmadığından şöyle bir ayeti kerime nazil oldu.
“Onlar neredeyse, sana vahiy ettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, and olsun, sen onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin. Bu durumda, biz sana, hayatın da kat kat, ölümün de kat kat (acısını) tattırırdık; sonra bize karşı bir yardımcı bulamazdın. (İsra Suresi; 73, 74, 75. Ayetler)
Bu ayetlerin önemini kavrayabilmek için, Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke döneminin ilk on yılında yaşadığı olayları göz önünde bulundurmalıyız. Mekkeli müşrikler herhangi bir şekilde Hz. Peygamber'i (s.a) tevhidi inanç ve davetinden döndürmek ve onunla şirk ve cahiliye gelenekleri arasında bir uzlaşma yapması konusunda onu zorlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu amaca ulaşmak için ona çeşitli şekillerde yaklaşıyorlardı. Ona tuzaklar kurdular, mal ve başkanlık teklif ederek baştan çıkarmaya çalıştılar, tehdit ettiler, ona karşı iftiralar düzdüler, işkence yaptılar ve ona ve taraftarlarına karşı sosyal ve ekonomik boykot uyguladılar. Kısacası onu etkisiz kılmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Sonuç olarak ayeti kerime ile cevap verildi; “Sizin dininiz size, benim Dini İslamım bana”
Eğer hakkı bildikten sonra küfürle uzlaşma yaparsak, dejenere olmuş topluluğu veya yönetimi hoşnut edebiliriz, fakat Allah'ın gazabını üzerimize çeker, hem bu dünyada hem de ahirette kat kat azabı tadarız. Allah'ın Resûlü (s.a.), Allah'ın vahyi ile bâtıl ve küfrün saptırıcı metotlarına karşı koymuştur. Yani beşeri, ideolojik yaklaşımları tercih etmemiştir.
Hz. Peygamber'in (s.a) bulunduğu doğru durumda sebat edip kalmasını sağlayan güç, Allah tarafından kendisine verilen vahiy nimetinden kaynaklanıyordu. Böylece onu ne kadar şiddetli olursa olsun, hiç bir işkence yolundan döndürememiştir. Bizim ölçümüz, inancımız ve İslami yaşayışımız da peygamberimizin inancına uygun olmalıdır. Eğer Allah’ı ve Resulünü ölçü edinemez isek, o zaman yaşadığımız cahiliye inancının dinini yaşar hale gelebiliriz. Kur’an esaslarına dayalı olmayan yönetimler bizi, cennete değil, cehenneme yaklaştırır. Bu durumda konumumuzu belirlemek üzerimize farzdır. Rabbimiz bizleri batıl ve boş inançlardan muhafaza eylesin.