Sıtma, insanlığın ilkçağdan itibaren bilip, tanıdığı bir hastalıktır. Yüksek ateş, dalak şişmesi ve halsizlik ile kendini gösteren bu kadim hastalığın izlerini, M.Ö. 2700’lerden 500’lü yıllara Çin, Mezopotamya, Mısır ve Hindu kayıtlarında bulmak mümkündür. Avusturalyalı virolog Sir Macfarlane Burnet tarafından (1899-1985), “tüm bulaşıcı hastalıklar içinde, gerek sayı gerekse de nitelik açısından (insana) en büyük zararı verdiği” belirtilen sıtma, Anadolu insanını da perişan etmişti. Nitekim aynı tarihler arasında, bu coğrafyada yaşamış hekimlerin verdiği eserlerde yazdıkları, böyle olduğuna işaret etmektedir.

Kanadalı gazeteci Andrew Nikiforuk’un, tarihin başlangıcından beri insan ölümlerinin yarısından sorumlu tuttuğu sıtma, Türk tarihinin kaynaklarında da yerini almıştır. Kaşgarlı Mahmud’un “Dîvânu Lugâti’t-Türk” isimli çalışmasında (1074) sıtma; “kezik” (sıtma, nöbet), “bezgek” (titretici sıtma) ve “yubakulak” (sıtmadan titreme) gibi eşanlamlı sözcüklerle tanımlanmıştır.  On beşinci yüzyılın önemli hekim ve cerrahlarından Sabuncuoğlu Şerefeddin’in, Farsça yazılmış “Zahîre-i Harzemşâhî” kitabından Türkçeye çevirdiği “Terceme-i Akrabâdîn’in Istılah Lügatı”nda, “teb” sözcüğü için “ısıtmadur” (sıtmadır) denmekte ve hastalık, insan bedeninde gözlemlenen belirtilere göre tasnif edilmişti. Şöyle ki, “gıbb” gün aşırı tutan; “hummâ-yı gıbb” bir gün tutup bir gün tutmayan; hummâ-yı nâfız titreten; “hummâ-yı rub” ise, üç günde bir ateş nöbeti geçirten sıtmaydı. On yedinci yüzyılın ünlü gezgini Evliya Çelebi de, “Seyahatname” başlıklı anıtsal eserinde sıtmaya önemli bir yer ayırmış ve hastalığın nedenlerini gezip gördüğü yerlerdeki yayılma durumuna bakarak açıklamaya çalışmış, hoş ve güzel kokulu yerlerde değil çok sıcak ve basık yerlerde rastlandığına dikkat çekmiştir.

TİRE, 2. SIRADA TEHLİKE ARZ EDEN BÖLGEDE

Bilindiği üzere sıtma, “anofel” cinsi sivrisinekler aracılığıyla yayılan bir bulaşıcı hastalıktır.  Paraziter olan bu hastalık, uygun iklim (yüksek sıcaklık ve nem) ve çevre koşullarına (sivrisineklerin üremesine imkân veren taşkın havzaları) sahip olan Anadolu’nun neredeyse her bölgesinde görülebilmektedir. Günümüzde çıkarılmış sıtma haritalarına göre, Tire’nin de içinde olduğu Küçük Menderes Havzası’nın bulunduğu Ege Bölgesi, ikinci sırada tehlike arz eden bölgede (strata) yer almaktadır. Osmanlı arşiv belgelerinden, Anadolu’da sıtmanın en çok İzmit ve Sakarya; Adana ve İskenderun; İzmir, Aydın, Denizli ve Afyon; Ankara, Konya ve Maraş; Samsun, Amasya ve Trabzon illerinde görüldüğü anlaşılmaktadır.

Aydın Dağları’nın oldukça dik bir şekilde, Küçük Menderes Çayı’nın suladığı ovaya kavuştuğu kuzey yamaçlarının etek dolguları üzerine yerleşmiş Tire’de, sıtmanın görülmesi gayet doğaldı. Nitekim Aydın vilayetinden Dâhiliye Nezareti’ne gönderilmiş 30 Eylül 1912 tarihli bir yazıda, Menderes Havzası’nda mevcut bataklıkların temizlenip çay yatağının ıslahı için öşür vergisi dâhil ovadaki kazalara ait tüm gelirlerin tahsis edilmesi gereğinin belirtilmesi,  sıtma illetinin önceki süreçte verdiği zararların büyüklüğüne işaret etmektedir.  İzmir Eyaleti Valiliği’ne yazılan 25 Ağustos 1865 tarihli bir yazıdan, İzmir’de ortaya çıkan sıtma savuşturulmuş olsa da, hastalığın bu kez görüldüğü Tire kazasına bir tabibin gönderildiği ve alınan önlemlere ilişkin telgraflarının uygun karşılandığını öğreniyoruz.  Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin, sonraki birkaç yılda, sadece Tire değil, Küçük Menderes Havzası’nın hiçbir kazasında sıtmayla ilgili bir belge vermeyişini, hastalığın savuşturulmuş olduğuna yoruyoruz.

“MÜTHİŞ İLLET” VEYA “SITMA İLLETİ”

Aydın vilayetinden Sadaret makamına gönderilmiş 29 Eylül 1868 tarihli bir yazı, sıtmanın Küçük Menderes Havzası sakinlerini nasıl vurduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Belgelerin “müthiş illet” veya “sıtma illeti” şeklinde de tanımladığı bu hastalık, Vilayetin her tarafında ortaya çıkmış olup bir benzeri görülmemiş derecede ağır seyrediyordu. Kaza ve kasabalar nüfusunun yüzde 60’ından fazlasını pençesine alan sıtmadan kaynaklanan ölüm vakaları, önceki sıtma salgınlarında vefat edenlerle kıyaslanamayacak kadar yüksekti. Padişahın izniyle İzmir’de bulunabilen hekimler, vakaların görüldüğü yerlere tayin ve sevk edilmişler, bunların yaptıkları ihbarları sonucu Ödemiş, Tire ve Aydın taraflarındaki sıtmanın “adi” değil, “hummayı tifoidi“ denilen zehirli sıtma olduğu anlaşılmıştı. Her gün 25-30 civarında ölüme sebebiyet veren zehirli sıtmanın önünü almak için, söz konusu yerleşmelere üç adet hekim daha tayin ve sevk edilmekle kalınmamış, Vali de olay yerine gitmek üzere İzmir’den ayrılmıştı.

TEDAVİ İÇİN KİNİN DAĞITILDI

Aydın Valisi’nce Sadaret’e, Ödemiş-Tire taraflarını gezip gördükten sonra yollanmış olduğu anlaşılan telgrafta, dört tabibin daha Aydın, Tire ve Bayındır taraflarına gönderildiği; bunların sabahtan akşamüstü saat altıya kadar sağlık merkezlerine gelen şüphelileri; bir saat dinlendikten sonra, saat yediden geceye kadar ise, ayakta durmaya mecali olmayan hastaları hanelerinde muayene ve tedavi ettikleri yazılmıştı. Aşiretler halkından olup şimendifer istasyonlarda toplandıktan sonra, sadece Tire ve Bayındır’da muayene olunan hastaların adedi 4.000’den fazlaydı. Tedavi maksadıyla bunlara, 250 şimendifer (vagon anlamında) sulfata, yani kinin dağıtılmıştı. Bu uygulamalar sonucu ölüm vakalarının azaldığı; Tire’de ikamet edilen dört gün zarfında hiçbir ölüm gerçekleşmediği gibi, hastaların yüzde 50-60’nın iyileştiği belirtilmekteydi.

Sonraki günlerde Sadaret makamının Aydın vilayetine gönderdiği, “Aydın Vilayeti ve civarında yayılan sıtma hastalığının ortadan kaldırılması, teşhis ve tedavisi için alınan tedbir ve (sarf edilen) gayretlerden memnuniyet duyulduğunu” belirten 11 Ekim 1968 tarihli bir yazısı,  durumun daha da iyileştiğine işaret etmektedir. Nitekim 27 Şubat 1869 tarihli bir başka yazıdan; hekim tayin ve sevk etmek, tedavi amacıyla ecza-i tıbbiye dağıtmak suretiyle zehirli sıtma ile mücadele için devletin bu kez, mal sandığından bir yük 59.815.5 kuruşun harcandığı; böylelikle “illet-i mezkûr (un) önünün alınmış olduğu” anlaşılmaktadır.

SONUÇ

1868 yılında, Aydın vilayetini adeta esir almış olan zehirli sıtma, Küçük Menderes Havzası’nda görülmüş ne ilk, ne de son sıtma salgınıydı. Devlet ve taşradaki resmi uzantısının (Aydın Valiliği), bu salgının üstesinden gelmek için başarılı çalışmalar yaptığı söylenebilir. Bulabildiği tüm hekimleri vakaların görüldüğü yerleşim merkezlerine tayin ve sevk; şüphelileri kurduğu sağlık merkezlerine toplamada İzmir-Aydın Demiryolu Kumpanyasının Küçük Menderes Havzası’ndaki kolunu etkin bir şekilde kullanma ve halkın ayağına ücretsiz muayene ve ilaç dağıtımı yoluyla tedavi hizmeti götürme gibi. Hal böyle olmakla birlikte, aynen doğal afetlerde olduğu gibi, müdahale sürecinin yıkım gerçekleştikten sonra yapıldığı görülmektedir. Sonraki yıllarda Küçük Menderes Nehri’nin ıslahı ve bazıları Tire kazası sınırları içinde olan bataklıkların kurutulmasına yönelik girişimlerin olması, koruyucu hekimlik bağlamında değerlendirilmesi gereken ilk kazanımlardır.

Editör: Haber Merkezi