Geçtiğimiz yıllarda, yazar olduğunu iddia eden biriyle koyu bir sohbete tutuşmuş, karşımdaki vatandaşın kendisini övmesi ve kafasının almadığı akımları eleştirmesinin bitmesini beklerken, yanıtlarım hazırdı bile...

                Elif Şafak’ı eleştiriyordu. Kullandığı dili, dilbilgisini ve hitap ettiği değerleri fütursuzca eleştiriyor, herhangi bir dayanağa da ihtiyaç duymuyordu.

                En büyük donesi de elbette Elif Şafak’ın kullandığı güncel dildi.

                Şimdi biraz zamana doğru yolculuk edelim. Divan edebiyatını ele alalım mesela. Kimi akım temsilcileri tarafından öve öve bitirilemeyen divan edebiyatı... Tek kelimesini anlamıyoruz desek yeridir. Aslında baktığınızda halka ait değil, saray ahalisinin dış ilişkilerinden ve halifelik misyonundan mütevellit peydah olmuş ve gerçek Türkçe’ye girmiş kelimelerin tek bir gramer altyapısında toplanmaya çalışılmış hali olan Osmanlıca’nın, lise öğrencilerine en büyük kazığı...

                Ama sorsanız Muhibbi derler, Avni derler... Tarihi sanatımız derler...

                Ne divan edebiyatı bizim milli edebiyatımızdı, ne de o günün koşullarında oluşturulan dil eleştirilmeyi bu kadar hak ediyor aslında. Sanat eserlerinin kalitesinin takipçi veya beğenen sayısı ile doğru orantısı yoktur. Eğer olsaydı, Picasso fakir bir şekilde hayata gözlerini yummamış olurdu. Sanat popülize edilmemeli...

                Daha da geriye gidelim. Bu defa kendi kültürümüzden değil de, Helen kültüründen yola çıkalım. Eflatun’a ne diyeceksiniz? Yazdıkları günümüzde üniversitelerde okutulmuyor mu? Yazdıkları kullandığı dil farklı diye geçersiz midir?

                Peki ya Dante? Inferno’nun etkisi bugün halen fantezi türü eserlere tesir edebilirken, kullandığı yer yer ölçülü, yer yer karadüzen dörtlükler anlamsızdı diyebilir miyiz?

                Peki ya Mevlana? Peki ya Tolkien? Veyahut Mehmet Akif... Hele hele Dostoyevski!

                Sadece yazı sanatı olarak da düşünmeyiniz. Antik çağlardan bu yana halen ezgileri kulaklarımızda olan müzikler... Geçerli değiller mi?

                İşte, sevelim veya sevmeyelim değerli okurlarım; her nasıl zamanında Türkçe’miz Osmanlıca’nın, yani Arapça ve Farsça’nın etkisinde kaldıysa, bugün de batı dillerinin etkisinde kalmakta. Yani doğu etkisinde kaldığında değerli, batı etkisinde kaldığında değersiz görülüyor bazı yazarlarca günümüz edebiyatı...

                Bunu eleştirmek yersiz olduğu kadar yanlış da. Çünkü 200 yıl sonra bizlerin nasıl yaşadığı, kültürümüzün ne aşamada olduğu, kullandığımız güncel dil, atası olduğumuz torunlarımız tarafından günümüz koşullarında icra ettiğimiz edebi eserler sayesinde bilinebilecektir. Eğer, yazı dilinizde samimi olmazsanız, geleceğe bırakacağınız eserler de samimi olmayacaktır. Belki de 200 yıl sonraki torunlarınıza bir yalanı yaşatacaksınız. Bu, tarihe yapılacak en büyük yanlışlardan bir tanesidir.

                Bence günümüz genç nesil yazarlar, gelecekte bizlerin nasıl yaşadığının, nasıl sevdiğinin, nasıl üzüldüğünün, toplum kurallarımızın, güncel geleneklerimizin ve alışkanlıklarımızın bilinebilmesi açısından çok önemlidirler.

                Ayrıca, kullanılan yazı dili her zaman ikinci plandadır. Çünkü her tarzın bir talepkarı olacaktır. Günümüz gençlerine okuma alışkanlığını, ortaçağdaki yazı dili ve ortaçağ değer yargıları ile aşılamaya kalktığınızda, okuma oranının artmasını, dolayısıyla toplumsal gelişmenin istenen hızda ilerlemesini beklememelisiniz.

                Eleştirirken, yazı dilini değil; anlatılmak istenen ana fikri eleştirmelisiniz. Yazı diline bakıp eleştiri yapan yazarlar; okumadan yazan, kalıpların dışına çıkamayan, yeniliklere tamamen kapalı ve güncel sosyolojik değerleri önemsemeyen kişilerdir benim kanaatimce. Kısacası, geri kafalıdırlar...

                Aynı sözüm ona “eleştirmen” yazar, beni yazarlar ve eserleri konusunda imtihan etmek cüretini gösterdiğinde, ki bu bir edebiyat öğretmeniydi, sanıyorum ki hayatında yaptığı en büyük mesleki hatayı yaptığını da fark etmiş oldu.

                Ben okurum. Hem de her gün. Günde en az 12 saatim okumakla, ondan daha fazlası da yazmakla geçer. Ama okuduğum yazarları bilmeyen bir yazar duruyordu karşımda. Oysa ki, ben onun bahsettiği kitapların neredeyse tamamını biliyordum. Bilemeyebilirdim de. Çünkü ilgi alanlarımız ve ruhumuza hitap eden değerlerin farklı olması kadar doğal bir şey olamazdı... Ama, o kadar popüler isimler sayıyordu ki, kendime hakaret saydığımı bile söyleyebilirim.

                2011 yılında yazmaya başladığım üçlememin ilk ayağının, 3. bölümündeyim. Evet, ben de yazıyorum. ama kendi kelimelerimle, kendim gibilerin anlayabileceği ve sevebileceği şekilde. Benim istediğim, kendinde benim yazdıklarımdan bir şeyler bulabilecek kişilerle tanışabilmek, onlarla ilişki kurabilmek, paylaşımda bulunabilmek... 3 tane divan kalıbı ezberlemiş öğretmen eskileri o saatten sonra o eseri eleştirse ne olur, eleştirmese ne olur. Eser, amacına ulaşmıştır bir kere...

                Saygılar...