Kırtasiye malum; kamusal işlerdeki, sürekli artan, çoğu da gereksiz evrak yığını. 
Farkındaysanız her iktidar adayı, en önce “Bürokraside kırtasiyeyi azaltacağız” sözü ile işe başlar ve nedense her gelen kırtasiyeyi arttırır.  
Peki kırtasiyenin amacı nedir? Niçin gerek duyulur? Güvenli işlem yapmak, alınanı verileni, yapılanı edileni belgelemek için. Bir kısım eylemler yazıya dökülmeli, belgelendirilmeli ki güvenli bir iş ortamı oluşsun, aşırmak mümkün olmasın, kötü niyetli kişilerin haksız kazançlar elde etmesine engel olunsun, şeytana uyup hata yapabilecek kişiler bu yanlışı yapmaktan alıkonulsun.
 
                                                        …
 
Alınan verilen belgelenirse, kötüye kullanma olasılığı ortadan kalkar diye düşünülür. 
                                                         …
 
Aslına bakarsanız, esas olan, her şeyi ile güvenilir, ahlaklı, dürüst bir toplum oluşturmaktır. Mümkün mertebe en az kırtasiye ve olabildiğince en yüksek güven duygusu içinde günlük işleri yürütmektir. 
Ama pratikte öyle olmuyor. Koskoca toplum potansiyel dolandırıcıymış gibi, her başa geçen kırtasiyeyi daha da arttırıyor. Her işin önüne engelleri yığdıkça yığıyor. Sonunda yurttaş, üç beş dakikada hallolacak basit bir iş için, işi gücü bırakıp günlerce, hatta aylarca koşuşturuyor; dünyaları fethetmiş duygusu uyandıran bu çabanın sonucuna dönüp bakıyor, ortada hiçbir şey yok.
Değil mi? Örneğin, devletten üç kuruş alacağınız olsa, öyle işlemlerle karşılaşırsınız ki, “Aman kalsın, mecalim kalmadı, artık koşuşturamayacağım!” der, pes edersiniz. İnatla almaya kalkışırsanız, potansiyel dolandırıcı muamelesi görür, kırk türlü işlemden geçirilir, bir sürü kanıt ibraz etmek zorunda kalırsınız.   
 
                                                             …
 
Peki en büyük soygunlar nereden yapılır? Devlet kasasından. Sıradan yurttaş üç kuruşunu alırken istenen evrakın, çektirilen eziyetin zerresi kimilerinden aranmıyor mu acaba? Zengin olmanın en kolay yolu, devleti (milleti) soymak olduğuna göre, öyle olsa gerek.
Peki bu ne perhiz… demez misiniz? dersiniz. 
Yurttaşa o denli engel çıkarılırken ve eziyet gitgide artarken, hamuduyla götürenlere kırtasiye yok mu, bürokratik engel yok mu!  diye feryat etmekte tabi ki hakkınız.
 
                                                             …
 
Yoksa kişi kendinden bilir işi mi?
Ülkemizin dürüst, çalışkan, namuslu devlet adamlarını, her işten her meslekten insanını tenzih ederek (ve hiç kuşkum yok, kötüler her zaman küçük bir azınlıktır) şunu da eklemeden geçemeyeceğim. Aşırmacının evine kolay kolay aşırmacı giremez. Çünkü adam işi bilir. Şöyle bakar, “Ben böyle bir eve girecek olsam, aha şu kapıyı şöyle açarım, bu pencereden böyle girerim, şunu kırarım, bunu fısarım…” deyip, zayıf notaları saptar ve önlemimi alır. Evine aşırmacı girmeyebileceği aklına bile gelmez. Onun gözünde herkes, potansiyel dahi değil, doğrudan aşırmacıdır.
 
                                                               …
 
Takdiri ilahi hepimizi, adi (bildiğiniz) aşırmacılardan da, devlet soyguncusu “Kibar Aşırmacı” lardan da korusun.
Karşılar ya da karşılamaz, bilemiyorum, “Aşırmacı” sözcüğünü özellikle kullandım. Malum büyük çalanlar, başkalarının gözünde olmasa da, aynaya baktıklarında pek gururlu olurlar. Şimdi “Hırsız” desem, alınırlar malınırlar; aslına bakarsanız, ben de üzülürüm. Öyle ya, onlar da insan, onlar da vatandaş. En iyisi “Hırdaş” demeli onlara; hırsızın hır’ından, vatandaş’ın daş’ından …
 
NOT: Son tümcedeki espriyi değerli mizah yazarımız Muzaffer Abayhan’dan aşırdım. Yani “Hırdaşlık” ettim, affola.