Ara sıra boş kalırsa dinlendiği, hatta televizyon izlediği bile olurdu. O gün şanslı günlerinden miydi, program mı çok ilginç gelmişti bilmem; her fırsatta televizyonun karşısına geçiyordu. Çalışmak isteyen kadınlarla onları çalıştırmak istemeyen kocaları anlatılıyordu.
              Daha konuyu enine boyuna dinlemeden düşüncesini açıklayıvermişti Fadime:
           -Çalışacaklarmış, haydi ordan, ne varmış çalışacak; oturun evinizde hanım hanım.
              Öyle ya, ne istiyordu bu şehirli kadınlar? İnekleri sağ, yemlerini ver, altlarını kürü diyen yok. Bağdır bahçedir, çapadır harmandır koştur, diyen yok.  Hem çalışmak dediğin aklı başında insanın isteyebileceği bir şey miydi?
              “Yok.” dedi içinden, “Yok. Bunlardan bir tane olsun, pamuk tarlasında işin başında  doğurmuşu çıkmaz. Çıksa burada olmazdı. Hiç çalışmamışlar da çalışmayı kolay bir şey sanıyorlar.”
Fadime televizyonda gördüklerini eleştirirken, dışarıdan bir tıkırtı duydu. İçinden mırıldandı, “Mahmut gelmiş olmalı.” Kapıyı araladı, oydu. Bunu görünce de zaten bağırmaya başladı:
            -Kız saat kaç? Daha hayvanların sılajını vermedin mi, tembel karı.
Gık demedi bu, ama yüzüne karşı da, “Hıh, çalışan garıymış.” demeyi ihmal etmedi içinden. Aslında “Be adan bir gün de sen ver şunların yemini.” diyecekti,  onu da demedi.
En son karşılık verdiğinde, dirgen sapının pürçekli yerlerinin çok can yakıcı olduğunu farketmişti.  Kara çürüktü baldırları hâlâ.
 Söylene söylene hayvanları yemledi: “Neymiş? Çalışmak haklarıymış.  Öyle hak mı olurmuş? Sen her işi yap, herif gelip baksın; bir bağırıp çağırsın, tamam.”
Hızını alamıyordu:
 “Onca karı toplanmışsınız, çalışmama hakkı, evde hanım hanımcık oturma hakkı isteyin de, ben de bir şey istediğinizi bileyim.”
İşi bitirmişti. O zamana kadar Mahmut da kahveye varmış, okey taşlarını sıralamaya başlamış olmalıydı. Televizyonu açtı; hiç akıl sır erdiremediği kadınlar hâlâ karşısındaydı. Bu kez bağıra çağıra yürüyorlardı. Baktı baktı, ”Bunlara rahat batıyooor!” dedi.
Az sonra sığırları dışarı salıp altlarını kürüyecek, tersi  tarlanın öbür ucundaki gübre yığınına taşıyacaktı. Öyle de yaptı. Son gübre arabasını boşalttığında gök yorgundu; elini ayağını yıkayıp içeri girince yine ilk işi televizyonu açmak oldu.  Kadınlar hâlâ, ille de çalışacağız, diye bağırışıyorlardı. Şaka gibi geliyordu söyledikleri buna. Duyacaklarından değil ya, yanına çağırdı, “Gelin gelin. Bir gün şu damı kürüyün, boklarını tarlanın ta öte başına taşıyın da; görelim “İlle de çalışacam.” diyen çıkacak mı bir içinizden?”
 Bir ara sokaktan, düdük çala çala bir satıcı geçiyordu. Canı bir şeyler çekti, ama para ister!  Para da adamda, adam kahvede, para adamın cebinde. Kanı kurudu Fadime’nin. Herif evde olaydı belki gönlünden üç beş kuruş kopardı. Önce “Yicemin gı?” der; bu da cesaretini  toplayıp,  “Ha hı!” diyebilirse, panganotu çıkarır, itin önüne atar gibi tengerleyiverirdi  ayaklarının dibine.
Satıcının düdük sesleri kesilince yine tek tesellisi olan televizyona döndü. Kadınlar,  ille de çalışacaz, inatlarını sürdürüyorlardı.
Bakarken Mahmut’un sesi duyuldu:
             -Ulan uluk karı, işin gücün televizyon. Daha sofra hazır değil mi?
               Fadime bu, hiç öyle bir görevi aksatır mı? Birkaç dakikada sofrayı donattı.
Direnişçi kadınların bağırışları ortalığı inletiyordu:
             -Çalışmak hakkımız, söke söke alırız!
Yemeğe oturup, birlikte izlemeye başladılar. Mahmut duyduklarından çok hoşnut oldu, hatta kendine de pay çıkardı:
             -Bak, karıların çalışmasını bile yasaklamışlar. Sen dua et anlayışlı adam elindesin. Çalış sen, çalış. Her işi yap. Şu işi de yapma dersem, insan evladı değilim!