Küçük bir köyde, orta büyüklükte bir ilçede ya da bir büyük kentte yaşarken farklı şeyler hissedersiniz. Örneğin, köyde herkesi tanırsınız; kiminle karşılaşırsanız karşılaşın, selamsız geçmek büyük ayıp sayılır. Bu anlamda çevreniz dopdoludur.
                  Sıradan gidersek, bir ilçede belli sayıda ahbabınız, akrabanız olur; çok iyi tanımasanız da, göz ucuyla selamlamadan geçemediğiniz çokça kişi olur.
                  Gelelim büyük kente; burada doğru dürüst kimseyi tanımazsınız. Belki abartı gibi gelecek ama, “Hım, bizim alt katta bunlar mı oturuyormuş!” dendiğiniz bile olur.
                  Bana göre en iyisi orta büyüklükteki yerlerde oturmaktır. Aradığınız her şeyi bulduğunuz gibi, toplumun büyük çoğunluğuyla iyi kötü bir tanışıklığınız olur.
                 Yalnız, her şeyin yarım yamalağı gibi, yarı tanışıklığın da sakıncaları olabiliyor. Bugün size bir korkulu öykü anlatacağım. Korkulu dediysem, telaşlanmayın; benim yaşarken korktuğum, sizin belki de gülüp geçeceğiniz bir olay bu.  Oturduğum küçük ilçede, adını Hüseyin, diye bildiğim bir amca vardı. Yaşlıca. Göz ucuyla selamlaşmak şöyle dursun, açıkça oturur sohbet ederdik. Daha doğrusu o konuşur ben dinlerdim. Çok ilginç anıları vardı, dinlemek hoşuma giderdi. Emekli öğretmenmiş; dikkatli, sözlerini tartarak konuşan, ne söylediğini bilen biri.
                  Yıllarca arkadaşlık yaptık, sohbet ettik; ama hiçbir zaman “Amca senin adını Hüseyin, diye biliyorum, doğru mu? Hele şu soyadını da bağışlayıver belki gerekli olur, demeye gerek duymadım. Açıkçası kimlik denetimi yapmak aklıma bile gelmedi. Hem adı Ahmet olsa diyelim, “Ben Ahmet’lerin sohbetini sevmem.” deyip kalkıp yürüyecek değildim ya.
                  Arkadaşlığımız böyle sürüp giderken, bir gün bir ilan duyuldu; “Emekli öğretmen Hüseyin Özgün’ü yitirdik.” 
                  Sokakta, parkta sohbet etmek dışında yakınlığımız olmasa da, bir tek aile bireyini bile tanımasam da iyi arkadaştık. Gittik son görevimizi yaptık.
                   Dedim ya, yokluğu hissedilen “Keşke ölmeseydi, yine şurada oturup sohbet etseydik.” dedirten biriydi Hüseyin amca. 
                    Ölümünden birkaç ay sonra idi sanırım. Yine parktayım; bir sıraya oturdum, günlük gazetelere göz atıyorum. Gölgesinden anlaşıldığım kadarıyla, biri tepeme dikildi, öylece duruyor. Okuduğum bölümceyi bitirip başımı kaldırdım ki, Tanrım! Sanki başımdan aşağıya bir kazan soğuk su devirdiler. Kanım dondu, vücudum tepeden tırnağa buz kesti.
                    Hüseyin amca, dişlerini göstere göstere “Gördün mü nasıl hortladım!” der gibi alaylı alaylı yüzüme bakıyor.
                    Kendimi toparlamaya çalışıyorum; Ancak, “Hüs se yin amcaaa!” diyebildim, kekeleyerek. O da başka birine demişim gibi, ağına soluna baktı. Kimse yok, der gibi avuçlarını açtı; sonra da siteme başladı:
                 - Senin arkadaşlıktan anladığın böyle oluyor demek! Üç aydır hasta yatıyoruz…
                   Cenazene geldim ya, desem, olmaz.
                   Sahi, bu amcanın adı ne ki?  Yıllar sonra “Senin adın neydi?” desem, o da yakışık almaz şimdi.
[email protected]