İlk döneminde de beklenen hiçbir hizmeti yapmamıştı muhtar. Acemiliğine verdik. Ama köye öyle, gözle görünür bir zarar da vermemişti doğrusu; ya da biz o gözle bakmadığımızdan farkında değildik. İkinci kez seçilince asıl yüzünü göstermeye başladı. Köy ortak mallarını, ucuz pahalı demedi satıp savdı. Bizim bankalarda gören olur, diye; komşu ilçedeki bir bankaya gitti. Sekiz ayrı sırdaş hesap açıp kendi adına yatırdı.

                   Daha kötüsü, bunu fark edenleri de, kaçak göçek hayvanların kapatıldığı tokada kapattırdı, eşek sudan gelene kadar da köy bekçilerine dövdürdü.

                   Köylüyü asıl huzursuz eden de koca köyün yaylımını habersiz satmasıydı. Şunun zeytinliğidir, bunun bağı bahçesidir, demeden, babasından kalmış gibi koyunculara vermiş; parasıyla da oğullarına birer katır almıştı. Öyle ya dağ köyünde katırdan iyi taşıt mı var. Bu arada kendi paralarıyla alınan katırları gören köylüler, bir tekerleme dillendirir olmuştu:

                  -Tarla bizim yaylım bizim, katır muhtarın, iki gözüm.   

                   Tekerleme de olsa buna dayanamadı bizim muhtar. Bir gün köylüyü topladı, kendisinin “Köylüme verdiğim hizmetin içinden” adını verdiği uzun bir konuşma yaptı. Sözlerinin sonunda da “Yaylımdan, gatırdan söz eden, onursuzdur galan!” dedi. Köylü nesiz olduğunu tam anlayamadı ama, muhtara göre önemli bir şeylerinin eksik olduğu kesindi. Ama köylü susacak gibi de durmuyordu; aha burasına kadar gelmişti. Hem muhtarınki de laf mıydı şimdi! Adamın yaylımını kendi malın gibi sat, çocuklarına katır al. Ooh ne güzel!

                   Muhtar baktı, köylünün susacağı yok, başka bir yöntem denemeye karar verdi. “Köylülem.” dedi, “O sizin gördükleriniz var ya.”, “Eee?” dedi köylüler merakla; muhtar devam etti, “Onna gatır değil.” Köylü şaşırdı tabi. “Gatır değil de ne peki?” dediler hep bir ağızdan, bu kez. Ortamın yumuşama eğilimi gösterdiğini gören muhtar, göğsünü gerdi, başını arkaya atıp alnını kırıştırdı:

                 -Ne olcak, gatırcık.

                  Muhtarın ikinci dönem hizmetleri bunlarla da kalmadı. Büyük bir köy arazisini taşlarını ayıklama karşılığında kırk sekiz yıllığına komşu köyün ağasına kiraladı. Köylü rahatsızdı, bunda da yerden göve kadar haklıydı. Tarlada yerden alıp kuş ürkütecek bir tane taş yoktu çünkü. Yalnız ağanın eli sopalı adamları, duruma göre kimini korkutarak, kimine kışlık meşe odunu, bulgur, kuskus, tarhana vererek “Bu tarlanın taşları ayıklamakla bitmez!” diye dedikodu yaydırıyorlardı.

                  Zaten, “Biter.” diyen birkaç kişiyi de muhtarın banka hesabının lakırdısını yapanların yanına kapatınca, tarla taştan geçilmez olup çıkmıştı.

                  Dedim ya, bizim muhtarın hizmetleri saymakla bitecek gibi değil, diye. Köylü artık dört gözle seçimi beklemeye başlamıştı. Öyle ya, hiç kimse oy vermezse bir daha nasıl kazanacaktı.

                  Oysa bu da bir hayalmiş. Sonuçlar hiç de öyle olmadı.

                  Hiç kimse oy vermez, kesin gidici, denilen adam, bu seçimi de kazandı. Ne çocuklara top oynamayı yasaklaması etkili oldu ne de  köylü altına eşek alamazken köy mallarının satıp savıp çocuklarına çifter çifter katır alması oyunu azaltabildi.                 

                  Bu arada köylünün anlayamadığı bir şey vardı. Hiç kimse oy vermediği halde, nasıl her sandıkta birer ikişer oy önde çıkmıştı muhtar.

                  Özellikle de bizim sandık. Tamı tamına on dört seçmeni bulunan sandığımız. Her biri muhtara günahını bile vermeyeceğini söyleyen; ana baba, amca dayı, kardeşten oluşan on dört kişilik seçmen topluluğu.

                   Sandıklar açıldığında, on dört seçmeni bulunan bizim sandıktan tamı tamına yirmi dört oy zarfı çıktı.

                  Daha kötüsü mü? On üç oy muhtara, on bir oy öteki adaya. Herkes birbirinin gözünün içine bakıyor, kim bu hainler, diye. Aslında haine varmadan önce, sorulması gereken soru şu: O, on oy nereden çıktı? Öyle ya, on dört seçmen var, yirmi dört oy var. Bizim muhtar üçüncü kez başarısını kutlayadursun, biz de bir umut araştırmalara koyulduk.

                 Ama o da ne?  Seçmen listesinde gerçekten yirmi dört seçmen adı var. Kim olduğu belli olmayan o on kişi daha gelmiş, görünmeden bir güzel oyunu kullanıp gitmiş. Listeyi vermediler ama, göz ucuyla birkaçını okudum.

                 Birinin adresi bizim adres. Adını aldım, soyadı zaten bizim soyadımız. Amcam yaşlı başlı adam, hemen tanıdı. “Ha o mu?” dedi. “O senin en güççük halandı, iki buçuk yaşında kızamıktan öldüydü kardeşcağızım.”

                 Ölüyor halacağızım da, yattığı yerden bu muhtara oy vermeyi de ihmal etmiyor.

                 Bir başka seçmen daha var ki, adresi bizim adres, adı soyadı bildik değil. Şansımıza bunu da babam tanıdı. Bir tarihte güzel süt veren bir inek almış, rengi sarıymış. Adını Ayşe koymuşlar. Yıllarca Sarı Ayşe aşağı Sarı Ayşe yukarı. Sütünden, buzağısından yararlanmışlar. Bizim muhtar fırsatı kaçırır mı, çevirmiş adını Ayşe Sarı’ya, seçmen yazdırmış. Babam da soruyor “Buba adı yazıyor mu Sarı Aşa’nın?” Yazmadığını söyleyince, ekliyor, “Yanleş yapıp demirgırasiyi leki sürmesinle. O kızın bubası Sarı Öküz’dür.”

                 Tanıyamadığımız öteki seçmenler için, köyden yeni araziler almaya karar veren komşu köyün ağasının adamlarıdır, dediler.  Doğrudur, dedik. 

                  Bütün bunları anladık, ama anlaşılmayan bir şey var: Bizim on dört oy, nasıl oldu da on bire düştü? O üç hain kim? Bu kez de işi gücü bıraktık onların peşine düştük. Her olasılığı, kötüye kullanılabilecek her yoksunluğu değerlendiriyoruz. Birincisini bulmak zor olmadı. Dayım! Bir adamın tam seçime iki gün kala eşeği ölürse. Her şeyi bağda bahçede kalırsa; eh artık ona bir aygır vaadi, bir oyu oynaya oynaya muhtara getirir. Getirmiş de.

                  Öteki iki oyun sahibini çok aradık, yok. Biri yıllar sonra ortaya çıktı. Anam öldükten sonra, o hiç koltuğunun altından eksik etmediği musafını bizim çocuklara vermişler. Çocuk sayfalarını çevirirken içinden bir kağıt parçası düştü. Baktık, bir tapu. Cennetin en mutena köşesinden bir dubleks daire tapusu. Tapunun dibine de bir not düşülmüş, “Dovalgazın eli gulağında. Kapıcı parasını bile ben ödeyivecen gari.” İmza, ezeli ve ebedi mukdarınız Süloman.

                  Güzel anacığım, dünya yüzünde çatısı akmayan bir ev bile görmemişti. O dünyada rahattır inşallah.

                  Üçüncü oyun sahibi mi? Onu bulamadık. Hepsi de, o üçüncü oyu vermediğine inandırdılar birbirini. Anlattıklarına göre gerçekten de hiç biri olamaz. Dünyanın bin bir türlü hali var, derler ya; sonunda kendimden şüphelenmeye başladım.