Öykü
Önceden tanıdığım biri değil. Bir arkadaşın tanıdığıymış. Arkadaşım, “O da ülke sorunlarına duyarlı, iyi anlaşırsınız; git bir tanış” demiş. Vakti de yokmuş ya, “Yolumun üstünde diye bir çay içimi uğrayıvereyim” demiş.
Çaylar söylendi; bir yandan çay içiyoruz, bir yandan güncel olayları değerlendiriyoruz. Daha doğrusu ben çay içiyorum, o değerlendiriyor. Anlaşılan ülke sorunlarına çokça duyarlı. Anlatıyor, eleştiriyor, sinirleniyor. Neredeyse elindeki çayı unuttu. Dolu çay bardağı elinde orkestra şefinin değneği gibi sallanıyor.      
                                                           …
Aslında bir çay içimi, diye uğramış ama, benim çay biteli yarım saat oldu, onunki hâlâ dopdolu; el hareketlerine uyumlu biçimde havada daireler çizip duruyor. Artık, şu çayını içse de gitse, işimiz gücümüz var, dedirtecek hale geldi.
Her ne kadar, “Uzatmayalım, kısa keselim, vaktim de yok.” gibi ara nağmeler yapsa da çayını bitirmek bir yana hiç içmiyor, gitmek gerçek gündeminde yok ve susmaya da hiç mi hiç niyeti yok.   
Günahını da almayalım, ara ara çayından bir küçük yudum alıyor. Böyle durumlarda da insan ister istemez hevesleniyor. Bu çay dediğin de bir kazan değil sonuçta, bir zaman gelip bitecek. O da zaten vaktinin olmadığını yineleyip duruyor; alıp başını gidecek. Ben böyle düşüne düşüne, o da en ateşli haliyle anlata anlata, çaydan üç beş yudum daha aldı. Ama, çay da “Bana tavır mı koyuyor nedir?” hiç eksilmiyor. Anlaşılan bizimki az az yudumlayıp konuşmaktan kuruyan boğazını ıslatıyor.
Bu gidişle bu çay bitmeyecek. Dolu çay bardağıyla yaşamaya alışmaktan başka çarem yok. Adam ne yapıp edecek bu bir çayla memleketi kurtaracak.  
                                                           …
Yalnız bir sorun daha var; eleştirilerini yaparken, şu yetkili şöyle yaptı, bu başkan böyle yaptı, şu şunu yapmasın, bu bunu etmesin, gibi asıl eleştireceği kişiler üzerinden konuşmuyor. Hepsinin yerine karşısındakini koyarak konuşuyor. 
Neymiş efendim? Köylerinin muhtarı zeytinliklerin yaylımını koyunculara satmış. “Babanın malını mı satıyorsun ulan, dürzüüü!” diye bir haykırışı vardı yüzüme. Utancımdan, parmak uçlarıma dek kızardığımı hissettim.
Durumuma mı üzüldü bilmiyorum, çayından bayağı bir yudum aldı:
- Uzatmayalım, zaten vaktim de yok, gideceğim. 
Ben, tamam, çayı da olağan yudumlamaya başladı, insafa geliyor, diye düşünedurayım, o asıl saldırı hazırlıklarını yapıyormuş:
- Ne olacak bu emeklinin hali?
İşe bak sen! Anlat şimdi adama, emeklinin halini. “Hani nerede o vaadedip oy aldığın zam” diye yakama da yapışmasın. Olacağına bakın. Üstelik daha çayın üçte biri bitmemiş. Adam burnundan soluya soluya emeklinin halini soluyor. Yanıtsız da bırakamazsınız, nezaket diye bir şey var:
- Emeklinin durumu değil mi. Evet evet!
Seni gidi seni! Hem sorunlarını bilirsin, hem de bilmezden gelirsin, der gibi, başını sinirli sinirli salladı:
- Evet evet ya, emekli ya!
                                                            …
Sinirden ağzı dili kurumuş olmalı, çayından bir yudum daha aldı. Çayı her yudumlayışında da aynı şeyleri söylüyor:
- Vaktim de yok, uzatmayalım; zaten çayımı içip kaçacağım.
Bu sözü her söyleyişinde içimde bir umut kıvılcımı parlıyor. Ama bu dakika itibariyle daha çay yarıya gelmedi. Nitekim, yanan kıvılcım, bunun yeni bir saldırı hazırlığı olduğunu görüp, sönüyor:
- Ne olacak bu çiftçinin köylünün hali?
Al başına belayı! Yahu kardeşim, bir çaya köylüyü çiftçiyi de mi kurtaracaksın? Ama adam kararlı, ben karşısında suçüstü olmuş zeytin hırsızı gibiyim: Suskun, utangaç. Başını eğip yüzüme sert sert baktı:
- Hayvan yeminin çuvalı kaç para?    
Adam açık açık eleştiri uzmanı. Hayvan yemine iki kat gelirken, süt fiyatlarının niye yarıya indirildiğini sorguluyor. Benden ses çıkmayınca soruyu değiştiriyor:
- Üreticinin elinde sütün litresi kaça?
Eleştirinin, bastırmanın da bir sınırı vardır değil mi? Söyleyecek söz bulamayınca kafam atıvermiş:
- Bilmiyorum işte, hayvan yeminin çuvalını da bilmiyorum, sütün litresini de! Her şeyi ben mi bileceğim! Al işte koskoca Bülent Ersoy da ekmeğin kaç para olduğunu bilmiyor. Benim ondan ne fazlam var?
                                                          …
Öte yandan gözüm de çayda. O da benim sinirlendiğimi görünce bir yudum daha aldı. Yine ara nağmeye başladı:
- Sohbet de çok güzel ama, vaktim yok. Çayımı içip kaçacağım.
Bu arada son ateşli saldırısından sonra çay yarıyı geçer gibi oldu. “Tabi bunlar yaşamın umutlandıran anları.” diye düşünürken, o da nafile çıktı. Bizim adam altın işine de çok içerlermiş:
- Ne yapacaksın o altınları?  
Yahu altın mı kaldı, düğünden kaldıydı üç beş parça, hırsız çaldı. Üstelik bulunamadı. Şeytan aldı götürdü, oldu.
- Altın maltın yok, mafiş! Hırsız aldı gitti.
Adam hin. Seni gidi seni; yanıt veremedin, soruyu çarpıtıyorsun, der gibi başını bir çalkaladı:
- Tahrip ettiğiniz bu doğa geri gelir mi, onarılır mı?
Anlaşıldı, altıncılar da yandı.
                                                          …
Adam her konuya el atıyor. Bakalım bu kez neyle eleştirileceğim, diye bekliyorum. O yine bir yarım yudum daha alıp kuruyan boğazını ıslattı:
- Çöpler toplanmıyor. Sokaklar leş gibi!
Sonunda çöplerden de sorumlu olduk. Sinirlenmişim:        
- Onu da benim mi toplamam gerekiyor?
Meğer öyleymiş:
- Başkan seçildiğine göre sen sorumlusun arkadaş!
Şurada bir çay söyledik, adam göz göre göre her sorunu üstüme yığacak:
- Ben başkan maşkan değilim ki.
                      Tepki işe yaradı, kalan yarım bardak çayı yutuverdi:
- Tabii değilsin, bu söylediklerim lafın gelişi.
 
                                                           …
 
Ooohh! Dünya varmış. Korkulu bir düşten uyanmış gibi oldum.