Sabah işe gitmek için evden çıktım; kapının önü boydan boya kazılmış.    Geçmek mümkün değil. Üstelik çukur daha da derinleştiriliyor. Herkes kapı eşiği hapsinde;  kadını erkeği, öğrencisi.   
Erkekler, bir ara toplanıp “Sabahımızı zehir eden şu herifleri bir güzel  pataklayalım” dedik, sonra vazgeçtik. Başlarında resmi giysili biri var. Talimatlar veriyor. Adamın kolunda rütbe midir nedir; anlaşılmayan birtakım işaretler. Gerçi sorun da bu. Belli olsa, ona göre davranacağız. İleri teknolojiye uygun bir işaret olmalı; ne olduğunu anlayabilen çıkmadı.                                                                                                        
Ama, çok da üstüne gitmedik. Büyük adamdan zarar gelmez, diye düşündük. Sonuçta belediyenin yetkilisi, mutlaka yararlı bir çalışma için gelmiştir. 
Hem bu işçiler daha önce de başka birilerinin emrinde gelip kazılar yapmadılar mı?  Her gelişlerinde mahalleliyi altışar ay çukurlar üstünden zıplatmadılar mı? Elektriktir, telefondur, sudur; şudur budur, her yıl özel uzun atlama sporu yaptırmadılar mı? Yaptırdılar. Bu mahalleli nasıl böyle atletik vücutlu, sportmen oldu sanılıyor? 
Aslında mahalleli olarak bizim çok bir şey istediğimiz yok. Bir sorunumuz, bağlı olarak bir de sorumuz var: Sorundan başlarsak; uzun atlamayı beceremeyen mahalle sakinlerini çukurun üstünden karşıya nasıl zıplatacağız? Aramızda kilo sorunu olanlar da var. İkincisi ve beyinlerimizi kurcalayan soru da bu yılki kazının ne için yapıldığı.    
  …
O gün işlerine, okullarına gidenler, çeşitli nedenlerle evden çıkanlar çok zorluk çekti. Çukurun üstünden karşıya adam fıydırma işini imece usulüyle gerçekleştirdik. Önceki yıllardan uzun atlama, sırıkla atlama gibi yeteneklerini geliştirenler atladılar. İyi yetişmemiş olup, çukura düşerler urgan sarkıtılarak, evlerden getirilen merdivenler kullanılarak kurtarıldı. Çocuklar kucaktan kucağa atma kapma yöntemleriyle karşıya geçirilip okullarına gönderildi. Benim gibi hiç bir şeyi beceremeyen, cesareti de kıt olanlar, yandaki inşaattan aşırılan tahtaların üzerinden emekleme yöntemiyle karşıya geçti.   
Bundan sonraki işimiz, kimseden alamadığımız kazının niçin yapıldığı   sorumuzun yanıtını aramak. İşyerine varınca hemen bir kağıt bir kalem buldum, dilekçemi döşendim: “Belediye Başkanlığı Yüksek Katına” Dilekçemi hazırladım ama, içimde hem korku, hem de buruk bir mutluluk kıpırtısı var.  
Korkum şundan: Her yıl kazıla kazıla, çok şükür her şeyimiz olmuştu. Hatta hizmetsiz geçeceğini düşündüğümüz yıllarda bile, hatalı işler için yapılan kazılarla, olağan zıplama jimlastiğimiz biz naçiz kullardan esirgenmemişti. Peki şimdi? Yoksa yeni bir hata mı keşfedildi?
Sevinç kıpırtısının sebebi ise, “Daha  kırk yıl gelmez” dedikleri doğalgaz geliyor da onun kazısı mı yapılıyordu?  
Sebep ikincisi ise, her şeye değerdi.
Dilekçemi vermek üzere belediye binasına girdim, bir sürü kuyruk. Her halde bütün sokaklar kazıldı, dilekçeyi kapan belediyeye koştu. Bir görevli bulup dilekçemi gösterdim: nedense epeyce güldü. Tabii kendisini bu denli güldürebilecek, güzel bir dilekçe yazmış olmanın kıvancıyla ben de hafif bir tebessümle eşlik ettim.   
Sonra sordu:
- Belediye hizmeti bu. Öğrenip de ne yapacaksın?
Ben de kuyrukları gösterdim:
- Onca kişi soru soruyor; ben niye sormayayım?
Meğer ben ne gülüşlü laflar edermişim öyle? Bir kahkaha daha patlattı. Kahkahanın şiddetiyle, tümce aralarında “Fırrıkkk” diye sesler çıkarıp kahkaha kalkışmaları yapa yapa anlattı. O kuyruklar soru sorma kuyruğu değilmiş. Seçim kararı alınmış, tüm hizmetler o yüzden hızlandırılmış. Tek tek sayıverdi:
- Aha bu pirinç kuyruğu. En nadide kuyruklarımızdandır. Uzunluğundan da belli. Yanındaki şeker, onun yanındaki deterjan kuyruğu. O en sondaki ucu ana caddeye taşan cep harçlığı kuyruğu. 
Bu kadar hizmet varken, soru sormak da neymiş? Zaten memleket benim gibi bozguncular yüzünden bu hale gelmiş. Sırayla kuyruklara girip her ihtiyacı karşılasaymışım ya. Neyse, ben ısrar edince, önünde bir kişi bile olmayan bir kapıyı gösterdi:
- Git oraya göster!
  …
Girdim; odadaki memur dilekçeyi okuyunca şaşırdı. “Gel” deyip beni üst kattaki bir yükseğinin yayına götürdü. Beni odada bıraktı, kendi çıktı. Bu kez dilekçemi o memur okumaya başladı. Okudu okudu, dilekçeyi üç yüz altmış derece döndürüp bir daha okudu. Elindeki tükenmez kalemi zıplata zıplata tekrar tekrar okudu:
- Bu iş biraz karışık. 
Hay Allah, bütün karışık işler de bana denk gelir. Şöyle çözümü kolay, şeker gibi bir sorunla karşılaşsam neler yapmayacağım. 
O da bir şey anlayamayınca, koridorun sonunda bulunan daha yetkili birine götürüp bıraktı. Şimdi o daha yetkili biri, çözüm arıyor. O da, baktı baktı:
- Bu hizmetin sana ne zararı var?   
- Yok da, eve girip çıkamıyoruz. 
- Hıı! Demek hizmet fazla geldi?  Vatandaşa da yaranılmıyor!
Ama ben de ısrarcıyım:
- Eve girip çıkamıyoruz. Çoluk çocuk okula gidecek. İşe gidilecek. Hastası sairi var.
Bu amir hizmetin fazlalığından, kalitesinden son derece emin:
- Pirincini, şekerini aldın mı sen?
- İstemem, evde var.
Yüzüme yüzüme bir “Hı hııı!” daha çekti:
- Yaranılmıyor yaranılmıyor!
Bu kez ben diklendim:
- Peki, çukur!
Dilekçeye bir daha göz attı:
- Bu sorun, daire amirinin ilgi alanına girer. Bir üst katta beş numaraya.
Ben bir solukta daha bir üst kattayım. O amir de dilekçeyi bir sağından bir  solundan okudu. Çevirdi bir de arkasına baktı. Sonra bir de kıyıdan diklemesine bakıp, bir şeyler yazdı:                                                   
- Dilekçeyi meclise havale ettim. Bir hafta içinde görüşülür. Haftaya gel, ne işine yarayacaksa sonucunu öğren.
Bir haftayı iple çektim. Hafta boyunca çukurlar daha bir kat derinleşti. İşine, okuluna gidemeyenler her geçen gün arttı. Israrla gitmeye çalışıp çukura düşenler, kolunu bacağını kıranlar kırla gitti. Mahalleli üstünden gelsin geçsin, diye çukurun üstüne demirden köprü yaptırıp, kamu hizmetlerine engel olanlar hak ettikleri cezayı aldı.       
 
  …
                            
Ertesi hafta erkenden belediye binasında ve meclis toplantısının yapıldığı salonun kapısındayım. Gününe denk gelmişim. Toplantı öğleye doğru bitti. Sonuçlar birer birer açıklanmaya başlandı. Sıra benim en sondaki dilekçemde. Sözcü:
- Mehmet bey, dilekçeniz göz önüne alınarak kazının durdurulmasına, kazılan toprağın yerine doldurulmasına… 
Bu işlere alışkınım ya, onun kaldığı yerden ben devam ettim:
 - Üstünün betonlanmasına  …
Ama bu kez yanılmışım. Sözüme itiraz etti:
- Hayır efendim, betonlama programda yok. Yeni ihaleye kadar öyle  bırakılmasına. 
Demek ki bir dahaki kazının kapatılmasına kadar toz toprak içinde yaşayacağız. Neyse, çukura düşmekten iyidir. İnsanın aklına başka soru geliyor:
- Peki bu iş iptal edilmese, çalışma bitince üstü betonlanmayacak mıydı?
Oysa her yıl bir altyapı çalışması yapıldığı için sokaklar kazılıyormuş. Bu yıl bir çalışma olmadığı halde kazı notunu silmeyi unutmuşlar. Yani, bu kazıyla biz programda olmadığı halde ekstra hizmet almış oluyormuşuz. Başvurmasaymışız, çukurlar da açık bırakılacakmış, bütün riski göze alıp hizmet için kapatıvereceklermiş. Sevildiğimizi  bilelimmiş. Ama betonlama gideri hiç programda yokmuş. O konuda lütfen ısrar  etmemeliymişim. Ama dayanılmıyor ki:
- Ortalık tozdan, dumandan geçilmez de!
Adam kararlı: 
- Bak arkadaşım, kamunun her kuruşunda tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Hiç bir şekilde, bir kişi ya da zümreye peşkeş çekilemez. Yoksa senin niyetin mi kötü?  Öksüzün, yetimin hakkına mı göz diktin?
- Yok. Rüzgarlı havalarda toz toprak havaya uçuşuyor da. 
 Bu arada, tüyü bitmemiş yetim hakkına göz diken, haramcı payesine de layık görüldük ya; sinirden yüzümün yavaş yavaş kızardığını fark etmiş olacak, sözde gönlümü almaya çalıştı:
- Size şeker, pirinç takdimetmiş miydik? Harçlığımız var mı? Malum hizmette sınır yok.  
NOT:  Bu bir hayali öyküdür.
Gerçek kişi ve belediyelerle
ilgisi yoktur.