Öykü

Bekir Kuş; bizim Bekir. Bizimliği öyle laf olsun diye değil; kazanılmış, hak edilmiş bir bizimlik. Küçükken hep bizim evde gördüğümden, kardeşimiz sanırdım. Birlikte yer içer, yatar kalkardık. Aslında yatağı ıslatmak dışında zararı da yoktu. Yalnız bu durumu sorun yaratıyordu. Yaşıtım diye mi bilmem, ne zaman altını ıslatsa, annem beni dövüyordu. Ya “Bu sidikliyi başıma sen doladın” diye düşünüyor ya da beni, konu mankeni gibi tokatlamaya daha uygun buluyordu. Ama ben annemi çok severdim, üzmezdim; Bekir ne zaman altını ıslatsa, ardımdan koşturtup yormayayım diye, hemen hazırola geçer, yanağımı uzatırdım.

Bekir ise bu durumu, ben dayağı kendim için yiyormuşum gibi kötüye kullanırdı. Hele istediği bir şeyi vermeyegöreyim “Altıma içer, anandan bir araba dayak yediririm!” diye tehdit savurduğu bile oluyordu. 

Aynı dönemlerde, çalışmak, meslek sahibi olmak için ailelerimizden ayrılıp İzmir’e gittik. O terzilik yapıyor, ben radyo tamirciliği. Ama o, eski huylarını bir türlü bırakmıyor.

Üstüne üstlük alaycı biri de oldu çıktı orada. Her fırsatta işletip gülecek birilerini arıyor. Buluyor da. Bir gün dükkânına çağırdı; sözde, beni gülmekten yerlere yatıracakmış.  Yerlere yatırması da şu: İkide birde kendi dükkânının önüne çıkıyor, gelen geçenden, yabancı gördüğü birini gözüne kestirip kendini soruyor. Hem de sövdürene kadar, ısrar ede ede. Baktı bir amca geliyor, hemen önünü kesti: 

-  Amca Bekir Kuş’u tanıyor musun?

-  Tanıyorum.

Bizimki şaşırdı. Çünkü adamın ya “İşte sensin!” deyip tanıdığını belli etmesi ya da “Tanımıyorum.” demesi gerekiyor ki, ısrar edip bıktırsın, adam sonunda  zıvanadan çıkıp, Bekir Kuş’u bir güzel kalaylasın. Bekir de bizi gülmekten yerlere yatırmış  olsun. Ama demiyor. Sorulara devam,

 

-  Nerden tanıyorsun?

-  Aha benim!

Amca gitti. Bekir içeri geldi,

-  Bu sayılmaz. Rastlantıdır. 

Gene çıktı, bu kez gençten biri:

-  Bekir Kuş’u tanır mısın?

-  Tanırım. 

 Bugün “Tanımam ben öyle deyyusları!” diyecek bir babayiğit çıkmayacak anlaşılan.

-  Nerden tanırsın?

-  Seni mahallede herkes tanıyor, ben mi tanımayacağım!

Genç bunu söyledikten sonra biraz uzaklaştı. Geriye seslendi:

-  Deliler de çeşit çeşit. Bu da delinin kendini bilmezi!

Bekir saatlerce uğraştı, ama kendini tanımayan birini bulup işletemedi. Ben de, kendisine gülmeye başlayınca, vazgeçti: “Haydi. En iyisi seni gezmeye götüreyim” dedi. Bir yerlerde kokteyl varmış.

Durağa geldik, anında bomboş bir otobüs. Bindik, yan yana oturduk. Otobüste bir şoför bir biz varız. Bir sonraki durakta bir de yaşlı kadın bindi. Bekir muzip ya, hemen kalktı kadına yer verdi. Kadın o şaşkınlıkla geldi oturdu. Şimdi bomboş otobüste biz kadınla yan yana oturuyoruz. Bekir de fedakâr yurt evladı edasıyla başımızda dikiliyor. Bekir içten içe kıkırdamakta olsun, bir süre sonra kadının şaşkınlığı geçti. Hem kibar hem de nüktedanmış; hani birine bir bardak soğuk su verirsiniz, çok hora geçer de “Su verenlerin çok olsun”, “Sular kadar aziz ol” gibi sözler söyler ya, kadın da başını kaldırıp teşekkür etti,

-  Sağ olasın evladım. Boş otobüslerde yer verenin çok olsun!

 

Bu teşekkür Bekir’i çok duygulandırmış olmalı, gitti otobüsün en arkasına oturdu.

Olmayacak. Bu gün ne Bekir gülebilecek ne de beni gülmekten yerlere yatırabilecek.  Ama pes edecek adam da değil. Kokteyle gidiyoruz ya, orada çok gülecekmişiz. Yalnız bir şartı var: Benim sağır dilsiz taklidi yapmamı istiyor. Eh ne yapalım, yapacağız artık. Madem eğlenceli bir şeyler olacak, gülmekten yerlere serileceğiz.

- Ben ne dersem “He be” de, dedi. 

Çok kolay Bekir ne konuşursa “He be!” deyip ihtimal onu onaylayacağım. Varacağımız yere vardık. Evde sekiz on kişi daha var. Önce beni tanıttı,

- Bu Mehmet. Çocukluk arkadaşım. 

Ben, buyur etmelere, hoş geldinlere karşı ilk sözlerimi o an söyledim:

- He be!   

Bu ilk sözler, orada bulunan herkesin dikkatini çekti. Günün eğlencesi geldi diye mi düşündüler bilmiyorum. İnadına laf atıyorlar. Bir tanesi eğilip sırıta sırıta  yüzüme baktı:

-  Bu gün keyifler nasıl beyefendi?

Hesapta, felekten bir gün çalacaktık, eğlenecektik; eğlencelik oluyoruz. Şimdi ben bu arkadaşa ne diyeyim? “Beyefendi keyifler nasıl?” mış. Sağır dilsiziz görmüyor musun? Neyse, yapacak bir şey yok. Tebessüm ettim,

 He bee! Dedim.

Bu kez gülmekten hepsi yerlere yattı. Bekir’e bakıyorum, umurunda bile değil. O da onlarla birlikte, gülmekten yerlerde. Buraya gel, işareti yaptım, daha da zararlı çıktım,

- Bu, dedi, bu zibidi var ya; neden böyle tat biliyor musunuz?

Nereden bilsinler. Ama Bekir aydınlatıyor,

- Çok dedikoducuydu bu. Bir gün olmadık birinin dedikodusunu yapmış. Adam gelmiş bir güzel dilini kesmiş. Hızını alamamış, döve döve kulaklarını da sağır etmiş. Ondan böyle oldu. 

 

Bu kez odadakilerin bir kısmı kahkaha atarken, bir kısmı da bana nefretle bakmaya başladı. “Bu namussuz bizim de dedikodumuz ederdi, ucuz kurtulmuşuz” diye hallerine şükretmişlerdir herhalde. Ama bizimki devam ediyor,

 

- Yaramaz adam. Yüz vermeyeceksin böyle edepsizlere.  

Kızıyorum,

-  He be!

Hiç oralı değil.

Bekir gün boyu yapamadığı her muzipliği benim üstümde uyguluyor. Artık adamdan espri fışkırıyor. Zaten “Gık” dese odadakiler yerlerde sürünüyor. Bizimki fırsatı kaçırır mı,

- Puşt olur bunun böylesi!

Bir şakaya girdik ama çok ağırlaşmaya başladı. Ne yaparsınız işin ortasında şimdi?

- He be be, diyorum, çaresiz. 

Ama hızını alamıyor,

- He be ya dedikoducu herif! Terbiyeli ol biraz. 

Artık bu oyun tadını yedi. Bir ara Bekir tam da yanıma yaklaşmış, yeni bir espri patlatmak üzereydi. Yanağını uzat işareti yaptım, uzattı. Tam o anda, olabilecek en serti ile bir tokat; annemin, onun yüzünden bana vurduklarından daha sert. Ne olduğunu şaşırdı, bağırmaya başladı,

- Niye o kadar sert vuruyorsun?  Şaka olmaktan çıkardın işi!

Gerçekten ağır oldu. Şimdi bu çocuğun gönlünü nasıl almalı. Yetmez ama sırtını okşayıp güzel sözlerle gönlünü almaya çalıştım:

- He be be. He beee. Beeee!